“Milli egemenlik” diğer bir deyişle
“ulusal egemenlik kavramı genelde devlet olguları için kullanılmıştır. Kuşkusuz
bir devlet olgusundan söz edebilmemiz için bazı temel öğelerin bir arada
bulunması zorunlu ve gereklidir.
Klasik görüşlere göre bir devlet : 1
Ülke, 2 İnsan topluluğu, 3 O topluluk içinden çıkan egemenlik, 4
Uluslararası Platformda devletin
meşrutiyetinin (geçerliliğinin) tanınması, öge ve olgularından oluşur.
“Milli” sözcüğü Arapça millet
kökünden gelir. Kapsamı, konusu veya varlığı bir millete, başka bir tanımla bir
ulusa ait olan demektir. Millet yani ulus ise aynı topraklar üzerinde yaşayan
tarih, köken, dil, kültür, gelenek ve görenek ortaklığı olan insanların
oluşturduğu toplumsal bir bütünlüktür (1).
“Egemenlik” sözcüğü ise eski
dönemler Türkçesinde “ige” kökünden gelir. Sahiplik, sahip olma, ıs demektir.
Bugün devlet olgusu içinde kullandığımız anlamda yönetimin hiçbir kısıtlama ve
engelleme olmaksızın sürdüren, bağımlı olmayan ve bundan türemiş olarak
“egemenlik” buyruğunu yürütme, sahipliğini sürdürme anlamına gelir (2)
Başka bir yaklaşımla “egemenlik”
ülke ve insan topluluğu üzerinde olan, yönetici düzenleyici, kendinden üstün
hiçbir başka bir güç tanımayan bölünmez bir kuvvettir. Bu gücün ülkenin
dışından gelmesi konumunda devlet yok sömürülen toplum vardır. Bu nedenle
egemenlik gücünün her konuda ve türde o ülkenin içinden çıkması zorunlu ve
gereklidir.
“Mili” ve “egemenlik” sözcüklerinin
birleşmesinden oluşan “milli egemenlik” ise milletin sahipliği, milletin
egemenliği demektir. Buna göre bir devlet üstünde hiçbir yabancı gücün etkisi
olmadığı gibi milletin üstünde hiçbir sınıf, zümre veya kişiye ayrıcalık
tanınamaz; ulusun üstünde başka bir irade ve herhangi bir güç yoktur. Ulusal
egemenliğe dayalı yönetimlerde ulusun kendi kendisinin buruyucusu olması, kendi
kendine sahip çıkması ve kendi istencine (iradesine) dayalı bir yönetim
anlamına gelir.
Tarih boyunca egemenlik gücü çeşitli
toplum ve devletlerde değişik dönemlerde değişik biçimlerde belirmiştir.
Bunların “Monarşi, Oligarşi, Meşruti ve demokratik” biçiminde sıralamak
olasıdır.
Günümüz gelişmiş devlet yönetim
biçimi Demokrasidir. Grekçe : “demos : halk; kratos : egemenlik” ten gelir ki
biz buna halk egemenliği diyoruz. Burada yönetim ulusal egemenliğe dayalıdır. Ulusun kendi yönetim gücünü
kendinden alması, yani egemenlik hakkına sahip olması demektir. Halkın kendini yönetmesi denilen bu
yönetimler ilk çağda özellikle Yunan kent devletlerinde (Polis) ilkel bir şekilde
görülmüş ise de, gelişmemiş, yok olup gitmiştir.
Egemenliğin ulusa ait olması
gerektiği görüşü çok daha sonra, Yakınçağ Avrupasında modern ve bilinçli bir
biçimde doğmuştur. Özellikle J.J.Rouseu‘nun ortaya attığı bu görüş Fransız
İhtilalcileri tarafından uygulama alanına kondu. Böylece dünya tarihinde
yepyeni bir dönem açılmıştır. 27 Ağustos 1789’da Fransız ihtilalcileri
yayınladıkları “İnsan ve Yurttaş Hakları Demecinde” çeşitli görüşlerin yanında
şu ana fikre de yer vermişlerdi: “Açıkça halktan gelmeyen bir otorite ile
hiçbir topluluk ve hiçbir kişi yönetilemez.” (3) İşte böyle Fransız
ihtilalcileri “Egemenliğin ulusa ait” olması ilkesini dünyaya tanıtmış oldular.
Bu ilkenin etkisi ile pek çok saltçı yönetimler çöktü ya da büyük düzeltimlerle
egemenlik hakkının kullanılmasını uluslarına bıraktılar. Buyurganlar yalnızca
birer sembol olma durumuna düştüler.
Türkiye Cumhuriyeti dönemimizi
saymazsak, tarih boyunca kurulan Türk devletlerinde de egemenlik, ulus içinde
bir aileye tanınmıştır. İslamlığın kabulünden önce kurulan Türk devletlerinde
yönetimi elinde tutan aileye bu hakkın
“GÖK TANRI” tarafından verildiğine inanılırdı. O aile devletin mutlak yönetimi
için görevlendirilmiş olması nedeniyle ailenin tüm erkek üyeleri egemenlikte
hak iddia eder durumda idiler. Bu durum ise yönetimi eline geçirmek amacıyla
ailenin bireyleri arasında çeşitli ve kanlı uğraşlara neden olduğu için Türk
devletlerinin uzun ömürlü olmayışının bir nedenini oluşturmuştur (4).
İslamlık benimsendikten sonra
Türkler eski alışkanlıklarını sürdürmek istediler ise de bu konum İslam
ilkeleri ile çelişkiye düşmekteydi. Çünkü İslam hukukuna göre egemenlik
Tanrı’ya aittir. Tanrı, Peygamber aracılığı ile toplumu yönetme kurallarını
bildirmiş ve Hz. Muhammed’in ölümüne değin İslam topluluğu, onun tarafından
yönetilmiştir. Peygamberin ölümünden sonra İslam topluluğunu halifeler
yönetmişlerdir. Ama bunlar hiçbir zaman egemenlik hakkının doğrudan doğruya
sahibi değillerdir. Çünkü Tanrı bu hakkı kimseye devretmemiştir.
Osmanlılar, Yavuz döneminde Suriye,
Mısır, Hicaz bölgelerinde egemen olunca Osmanlı Padişahları İslam Ülkelerinin
çoğunun yöneticisi durumuna gelmişlerdi.
Böylece Osmanlı Padişahları hem
dünyasal, hem de dinsel egemenlik yetkileriyle donanmış bir duruma geldiler. Bu
geniş egemenlik yetkilerini Osmanlı
padişahları uzun yıllar katı bir biçimde kullandılar. Zamanla bu
yetkiler tanzimat l. ve ll. Meşrutiyetle
sınırlanmak istenmişse de yine
egemenliğin başladığı ve bittiği yer ulusal kurtuluş savaşımız dönemine
dek Osmanlı padişahlarında kaldı.
Osmanlı Devleti XlX.nci Yüzyılın
büyük bir bölümünü savaşlarla geçirmişti. XIX nci yüzyılda Trablusgarp, l. Ve
ll. nci Balkan savaşlarına girdi. Hemen ardından ise l.nci Dünya savaşına
katıldı. Bu savaştan yorgun, parçalanmış, ata yurdunun birçok yöresi işgal
edilmiş ve üstelik koşulları bağımsız bir devlet kavramıyla bağdaşamayan
ateşkes imzalayarak çıkmıştı. Üstelik savaş bitmiş olduğu halde, ateşkes
koşullarına dahi uymaya gerek görmeyen anlaşık devletler giderek Türkiye’yi
paylaşma girişimlerini sürdürmüşlerdir.
İşte bu durumlar üzerinde ülkenin
ve Türk ulusunun kurtarılması için ortaya atılan M. Kemal, olayları gerçekçi
bir biçimde değerlendirerek ereğini ve bu ereğine ulaşmanın temel ilkelerini saptayacaktır. Bu ilkenin dayanağı ise
Türk Ulusu olacaktır.
M. Kemal Söylev’inde o dönemde
kurtuluş için ileri sürülen fikirleri sıralayarak, sonunda kendi kararının ne
olduğunu söyler. Bu fikirler şunlardır:
1. İngiliz korumalığını isteyenler.
2. Amerikan korumalığını isteyenler.
3. Yöresel kurtuluş çareleri arayanlar.
Kendi fikirleri ise şöyledir: “ Efendiler,
ben bu fikirlerin hiç birisini uygun bulmadım. Çünkü bu kararların dayandığı
temeller ve mantıklar yanlıştı, esassızdı. Gerçekte o tarihte Osmanlı Devleti’nin temelleri çökmüş ve
devri sona ermişti, Osmanlı ülkesi tamamen parçalanmıştı, ortada bir avuç
Türk’ün barındığı bir ata yurdu kalmıştı. Son mesele bunun da parçalanmasını
sağlamaktı. Osmanlı Devleti’nin, onun bağımsızlığı, padişah, halife, hükümet,
bunların hepsi kavramını yitirmiş bir takım anlamsız sözlerdi.”
“ Neyin ve kimin korunması için,
kimden ne yardım isteniyordu. Ohalde gerçek karar ne olabilirdi?”
“ Efendiler, bu durum karşısında
bir tek karar vardı. O da milli egemenliğe dayalı, kayıtsız şartsız yeni bir
Türk Devleti kurmak.”
“ İşte daha İstanbul’dan çıkmadan
düşündüğümüz ve Samsun’da Anadolu topraklarına ayak basar basmaz uygulamaya
başladığımız karar bu karar olmuştur.”(5)
Böylece daha işin başından
izlenecek strateji ve varılacak amaç belirlenmiş ve ulusal egemenliğe dayalı
yeni bir Türk devletinin kurulmasına adım adım yürünmüş ve sonunda amaca
varılmıştır.
Burada bir noktayı vurgulamak
gerekir. M. Kemal’de ulusal egemenlik fikri Samsun’a çıktığı 1919 Mayıs’ında
doğmuş değildir. Ulusal Egemenliğe dayalı Cumhuriyet ülküsü onda gençliğinden
beri vardır. Demokrasi benim karakterimdir diyen Atatürk’ün hem genel yapısında
hem de tüm düşünce ve sözlerinde demokrasi en başta gelen ögesidir. Aile veya
kişinin salt egemenliğine dayalı yönetimleri beğenmemektedir. Ulus egemenliği
onun Cumhuriyet anlayışının en önde gelen ilkesidir.
Selanik’te 1906’da arkadaşlarına bu
düşüncelerinden söz ettiğini biliyoruz.
Suriye cephesinden 1917’de
yazdıklarına ise saltçı yönetim (mutlakiyet) yerine artık ulusal egemenliğe
dayanan bir yönetim kurulmasını ister. Bunun için de bir yandan arkadaşlarını
bu doğrultuda bilinçlendirmeye çalışmıştır. (6)
Samsun’a çıktığından itibaren de bu
amaç doğrultusunda adım adım ilerlemiştir.
Türk ulusu var olmak ile yok olmak
arasında çizgisindedir. 23 Nisan 1920 Türk tarihinde böylesi olguların çatıştığı
çizgidir... 23 Nisan 1920; yeni Ulusal Türk Devleti’nin ve Mustafa Kemal
Atatürk gerçeğinin çakıştığı ve Ulusal Egemenliğin somutlaştığı noktadır.
Kuşkusuz kendine özgü ögeler
taşıyan Türk Devrimi eşi ve benzeri olmayan bir özellik içinde bütünleşmiştir.
Ulusal Kurtuluş Savaşı ve aynı süreç içinde Ulusal Egemenlik... Bir yanda yurdu
bölmeye, patlaşmaya çalışan dıştaki emperyalist güçler, diğer yanda parçalanmış
iç bütünlük ... Kararsız, yoksul ve yorgun insanlar... İşte bu gerçekler
karşısında ulusal güçleri birleştirmek, emperyalistleri kovmak ve daha da
önemlisi yeni bir Türk Devleti olgusuna varmaktır.
Düşünülen Türk devleti nasıl
gerçekleştirilecekti? Başlangıç yeri ve noktası neresi olacaktı?
Bunun yanıtını Mustafa Kemal,
Anadolu İhtilalinin bildirgesi ve ulusal egemenliğe ulaşmamızın ilk adımı
sayılan Amasya Genelgesi’nde temel ilkeyi şöyle belirtiyordu:
“Vatanın bütünlüğü ve milletin
bağımsızlığı tehlikededir. İstanbul hükümeti, yenen devletlerin etkisi altında
bulunduğundan yüklendiği sorumluluklarının gereğini yerine getirememektedir. Bu
durum ulusumuzu yok olmuş gibi gösteriyor. ULUSUN BAĞIMSIZLIĞINI YİNE ULUSUN
KESİN KARARI VE DİRENİŞİ KURTARACAKTIR...
Yine o, 12 Temmuz 1920 günü şöyle
konuşuyordu. “Sanırım bugünkü varlığımızın temel niteliği ulusun eğilimini kanıtlamıştır. O da halkçılık ve halk
hükümetidir. Hükümetlerin halkın eline geçmesidir. Yönetimi halka vermek için
çalışalım.” (7)
Kaynak ve başlangıç noktası artık
belirlenmiş, ulusun yazgısının karar yeri saptanmıştır. Ulusun kendisi; yani
Türk HALKIDIR. Bunun somut verisi ise 23 Nisan 1920’de açılan T.B.M.M. olmuştur.
23 Temmuz 1919’da toplanan Erzurum
Kongresi’nin almış olduğu kararlardan birisi de”Ulusal gücü etken ve ulusal
istenci egemen kılmak temel ilkedir” denilerek ulusal egemenlik ilkesi bir
kongre kararı olarak duyurulmuştur. Amasya Genelgesi doğrultusunda 4-11 Eylül
1919’da Sivas’ta toplanan Ulusal kurtuluş savaşımızın genel örgütlendirilmesi
yapılmıştır. Buna göre her köy, mahalle, nahiye, kasaba ve ilde ora halkınca
seçilen üyelerden oluşan “ Kuvvayi Milliye” örgütleri kurulmuş bunların tümü
illerden gelen temsilcileri oluşturduğu ulusal kongreye bağlanmıştır. En yüksek
ve yetkili kurum olan ulusal kongre, Erzurum Kongresince seçilen Temsil
Heyeti’nin yetkilerini genişleterek bir yürütme organı, niteliğinde yurdun
tümünü temsil eder ilkesini de benimsemiştir. Buradaki uygulamalar demokratik
kurallara bağlıdır. Bir benzetme
yapılırsa, seçilip gelen temsilciler; milletvekilleri, ulusal kongre: Bir
meclis, Temsil Heyeti ise: Bir tür bakanlıklar kurulu niteliğindedir.
Bundan sonraki aşama olan
T.B.M.M.’nin açılışı ise ulusal istence dayanan yeni Türk Devleti’nin
örgütlenişinin somut sonucudur.
23 Nisan 1920 tarihinde açılan
T.B.M.M. bir yandan geçerliliğini uluslar arası konumda kanıtlarken aynı meclis
ulusal kurtuluşu yönetmiş ve yönlendirmiştir. Çıkardığı anayasa ve yasalarıyla
Anadolu ihtilalinin kurallarını ve yeni Türk Devletinin yapısal niteliklerini
de saptayıp uygulamamıştır. Daha açıldığı ilk günü meclis başkanlığına seçtiği
Mustafa Kemal tarafından verilen önergenin kabulü bu ilkelerin temeli olmuştur.
Bunlar:
Geçici olarak bile olsa bir hükümet
başkanı – yani padişah- vekili tanınamaz.
1. Derhal bir hükümet kurmak
gereklidir.
2. Mecliste toplanmış olan ulusal
istenci (iradeyi) yurdun geleceğine
egemen kılmak esastır.
3. Yasama ve yürütme yetkileri
T.B.M.M. ‘ne aittir. Meclis tarafından seçilen bir kurul meclis adına işleri
yapar.(8)
İşte bu ilkelere göre kurulan
yönetimin niteliği kuşkusuz ve tartışmasız Ulusal egemenlik temeline dayanan
bir yönetimdi. İşlevsel olrak adı konulmamış cumhuriyetti. Halkın oylarıyla
seçilmiş milletvekillerinden oluşan bir meclis ve onun adına işleri yürüten bir
kurul yani bakanlar kurulu vardı. Ancak meclis yani ulusal istencin oluştuğu bu
organ her şeyin üzerindeydi. Onun üzerinde ne bir padişah, ne halife, ne bir
soyun tekeli (Hanedan) ve ne de herhangi bir zümre vardı.
Bu meclis salt ulusal savaşı yönlendirmekle
de kalmayacak Türk Devriminin yönünü ve kaynağını da belirleyecektir. Diğer bir
tanımla savaş, bir ulusal savunma, ulusal bağımsızlık savaşı olarak kalmayacak
halkçılık ilkesine dayanan çağdaşlaşmaya açık yeni Türk Devleti’nin doğuşuyla
bütünleşecektir. Mustafa Kemal’e göre yeni kurulmakta olan devletin en önemli
özelliklerinden biri, bu devletin kişi, zümre ya da sınıf devleti olmayıp
halkın devleti olmasıydı. Buna göre güç, ulusal istence ve egemenliğin ulusun
birlik olarak kişiliğine aitti, birdi, paylaşılmazdı, ayrılmaz ve
vazgeçilmezdi. O, 03 Ocak 1921’deki konuşmasında bunu şu şekilde
belirtmiştir:”... Bu siyasette egemenlik ulusun tümüne aittir. Yoksa şu veya bu
zümrenin , partinin egemenliği söz konusu değildir.” Bu sistemde egemenliğin tek
sahibi Türk ulusudur. T.B.M.M. ulus adına bu egemenlik hakkını kullanır.(9)
Mustafa Kemal’in asıl amacı çağdaş
bir cumhuriyet kurmaktır. Ulusal egemenlik; onun zorunlu ve kaçınılmaz sonucu
olan cumhuriyet uzun bir tarihi geçmişi olan Türk ulusuna Atatürk ile girmiş ve
yerleşmiştir. Çağdaş bir Cumhuriyet kurmak demek, ulusun insanca yaşaması,
insanca yaşama bilincine ermesi demektir.
Kuracağı cumhuriyetin temelinin
Türk ulusu olduğunu belirten Atatürk, onların arasında tüm etnik, sınıfsal ve
düşünsel ayrılıklara karşı çıkmış kendisini Türk sayan, herkesi yurttaş olarak
saymış ve hepsine değer vererek hiçbir ayrıcalıklı uygulamayı kabul etmemiştir.
Ona göre ulusal egemenlik esaslarına dayalı cumhuriyet yeni bir devlet biçimi
olduğu kadar, çağdaş bir toplum ve insan demektir. Türk toplumu içine kapanık,
olayların, karar oluşturma, karar verme sürecinin dışında kapalı toplum olarak
bırakılamaz, bırakılmamalıdır. Toplum açık ve katılan toplum olmalıdır. Bunun
yanında cumhuriyet yönetim biçiminin çağdaş bir yapıya kavuşması usu, bilimi
ilke edinen laik düzenin kurulmasıyla olanaklıdır. Bu da en kısa zamanda
gerçekleştirilmiştir. Bu nedenledir ki Atatürk’ün cumhuriyet anlayışı usçu,
demokratik, özgürlükçü çoğunluğa açıktır.
Atatürk cumhuriyete her zaman demokrasi
kavramıyla birlikte almıştır. 27 Ocak 1923’te egemenliğin “ Kayıtsız şartsız
millete “ ait olduğunu anlatırken, kayıtsız şartsız deyimiyle anlatılan,
egemenliği millete vermek bu egemenliğin bir zerresini,sıfatı, ismi ne olursa
olsun hiçbir makama vermemek , verdirtmemektir.”
D İ P N O T L A R
1.
Türkçe
Sözlük, TDK,1988,c.2
2.
Türkçe
Sözlük, TDK,1988,c.1
3.
Murat
URAZ,Türk Mitolojisi,1994 s.263
4.
Prof.
Dr. İsmet GİRİTLİ, Anayasa Hukuku,1998 Der Yay.,s.37-38
5.
Nutuk,
M. Kemal ATATÜRK, Atatürk Araştırma Merkezi,1999,s.8-9
6.
TTK, ATATÜRK’ün Hatıra Defteri,1994, s.32
7.
Nutuk,
M. Kemal ATATÜRK, Atatürk Araştırma Merkezi,1999,s.2
8.
Nutuk,
M. Kemal ATATÜRK, Atatürk Araştırma Merkezi,1999,s.372
9. Nutuk, M. Kemal ATATÜRK, Atatürk Araştırma Merkezi,1999,s.378
K A Y N A K Ç A
EROĞLU, Hamza, Türk İnkılap Tarihi,
İstanbul 1982, “Milli Eğitim Basımevi”.
GEN.KUR.BŞK.LIĞI, Atatürkçülük
(Birinci Kitap), İstanbul 1984, “Milli Eğitim Basımevi”.
Murat URAZ,Türk Mitolojisi,1994
Prof. Dr. İsmet GİRİTLİ, Anayasa
Hukuku,1998 Der Yay
IRMAK, Sadi, Atatürk Devrimleri
Tarihi, İstanbul 1973, “Fatih Yayınevi Matbaası”.
İNAN ,Afet, Medeni Bilgiler, Ankara
1969, “Türk Tarih Kurumu Basımevi”.
K.K.K., Atatürk İlkeleri ve İnkılap
Tarihi, Ankara 1981, “K.K.K. Basımevi”.
TTK, ATATÜRK’ün Hatıra
Defteri,1994
KOCATÜRK, Utkan, Atatürk’ün Fikir
ve Düşünceleri, Ankara 1969,
MUMCU, Ahmet Mumcu, Atatürkçülükte
Temel İlkeler, İstanbul 1983, “İnkılap ve Aka Basımevi”.
Nutuk, Mustafa Kemal ATATÜRK,
Atatürk Araştırma Merkezi,1999