Türk
kültür değerlerine yabancılaşmış olan Osmanlı yönetici ve aydınları, Türkçe’nin
yok olması pahasına ülkede Arapça’nın bilim, Farsça’nın edebiyat dili olarak
kullanılmasına izin vermişlerdir. Bu durum bir taraftan eğitimin
yaygınlaşmasını önleyip halkın cehaletine neden olmuş, diğer taraftan kendi
halkından kopuk, onun değerlerini küçümseyen, Arap kültürünün ürünü olmayan her
şeyi küfür kabul eden, Arab’ın kendisini de dilini de kutsal gören yobaz bir
aydın tipinin doğmasına neden olmuştur.
Bu aydın tipinin Cumhuriyetin ilk
yıllarındaki temsilcileri; Türkçeyi zenginleştirerek bilim ve kültür dili
yapmak, sadeleştirerek halkla aydın arasındaki kopukluğu gidermek amacıyla
yapılan dil devrimine, Türkçe’nin yetersiz olduğu savıyla karşı çıkmışlardır.
Oysa onlar, yapısı itibarıyla Türkçe’nin, dünyanın en zengin dillerinden birisi
olduğunu bilmekteydiler. Ancak, Arap kültürüne tutsaklıkları ve Arapça’yı bilme
imtiyazlarını kaybetmek istememeleri gerçekleri söylemelerini engelliyordu.
Aşağıdaki anekdotta ikiyüzlülerin dil konusundaki ilkel yaklaşım anlayışlarını
Atatürk oldukça ilginç bir şekilde dile getirmektedir.
“Arabınkini Arab’a, Aceminkini Acem’e geri verirsek, bize uzun kollu
bir Buhara hırkasından başka bir şey kalmaz.”
Buhara hırkasını nedense hor gösteren bu söz, Meşrutiyet devrinde
sayılı birkaç dilseverin, dilimizde denemek istedikleri tasfiye (arıtma) işini,
Türkçe için bir yıkım sayan ünlü bir yazarımızın sözüdür.
Dil devrimi başladığı sıralarda da aydınlarımızın çoğu bu kuruntuda
idi.
Türk’ün anayurttan ayrıldığı zaman dil varlığını uzun kollu bir
hırkaya benzetenlerin bu mantık zavallılığına Atatürk acırdı. O, Türk’ün her
şeyine inandığı gibi dilinin de yeterliğine, enginliğine sonsuz bir inanç
beslerdi. “Tarihin akışını oradan oraya çevirmiş, yer yer bunca uygarlık
ocakları kurmuş bir ulusun dili bu denli yoksul olabilir mi idi?” diye soruyor
ve sözünü aşağı yukarı şöyle tamamlıyordu: "Araplarla tanışıncaya dek
Türk’ün devlet, hükümet, hukuk, adalet gibi uygar kavramlara; şeref, namus,
insaf, vicdan gibi yüksek duygulara birer ad vermemiş olması düşünülebilir mi?
Belli ki her ulusta görüldüğü üzere Türk’ün de tarihte gaflet anları olmuş,
birçok varlıklarına ve bu arada diline de bakmaz olmuştur. Biz şimdi ulusal
benliğimize kavuştuğumuz gibi öz dilimize de kavuşacağız.”
Atatürk bir ulusun dil varlığı bakımından, aslında bu denli yoksul
olamayacağını bir örnekle belirtmek için şu öyküyü sık sık anlatırdı:
“Vaktiyle zengin bir köy ağası şehirde hamama gitmiş. Yıkanmış...
Kurulanmış... Giyinmek için bohçasına el attığı zaman bir de bakmış ki
silahlığından başka her şeyi çalınmış. Başlamış hamamcılardan hesap sormaya.
Hamamcılar ağanın şantaj yaptığını, yoksa çalınan çarpılan bir şey
olmadığını ileri sürmüşler. Bunun üzerine o da silahlığını çıplak beline
geçirerek ortaya çıkmış ve şöyle haykırmış: “Görenler Allah için söylesin, ben
buraya bu kılıkta gelebilir miydim?”
Atatürk öyküsüne şunu da katardı:
- Ağanın hamama çıplak gelmediğine
herkesin aklı yattı ama, Türk’ün yurdundan dilsiz çıkmadığına hala akıl
erdiremeyen gafiller vardır.
A.H. PAR, M.A. ÖNEN, Atatürk’ü
Anlamak, s.119-120
Osmanlı
yöneticilerinin halktan kopukluğunu halkın cehaletinin, yoksulluğunun ve
ezilmişliğinin en önemli nedeni olarak gören Atatürk; Cumhuriyet
yöneticilerinin halkla iç içe olan, halkın sorunlarını halkın gözüyle
görebilen, kendi kusurlarını halkın eksiği saymayan, eksikliklerinin
özeleştirisini yapabilen akılcı, ilkeli, çağdaş ve hepsinden önemlisi halkını
seven halkın mutluluğunu kendi mutluluğu olarak görebilen insanlar olmasını
istemiştir.
Atatürk,
sık sık yurt gezilerine çıkmış, halkla iç içe olmuş, halkın koşullarını,
beklentilerini ve yapabileceklerini halkın gözüyle görmüş ve önemli devrimleri
bu çerçevede yapmıştır. Bazılarının ileri sürdüğü gibi O, devrimleri halka
rağmen değil, yüzyıllardır halkın kutsal değerlerini sömüren, halkın cehaletin
ve yoksulluğundan beslenen halk düşmanı yobazlara rağmen yapmıştır. O’nun
gerçekçiliğini ve halkın sorunlarına bakış açısını aşağıdaki anekdot çok güzel
yansıtmaktadır.
Antalya’ya gidiş Yozgat’tan dönüş, kar, kış...
Çankaya Köşkü’nün rahat ve sıcak salonlarına dönüşte Mustafa Kemal
çevresindekilere şu hikayeyi anlatır:
“Biz Harbiye’de öğrenci iken, okulun sobaları yanmazdı. Bütün kış,
titreşir dururduk. Nihayet bir gün arkadaşlar beni müdüre çıkarmak için
seçtiler. Müdür, Zülüflü İsmail Paşa adında bir saray adamı idi. Müsaade aldık,
huzura çıktık; önce Padişaha sonra müdüre dualarımızı arz ettik. Nihayet,
maksada geldik, işi anlatmak istedik. Ama müdür, daha ilk cümlelerde kükredi:
Ne soğuğu be nankörler! Padişah nimeti gözünüze dizinize dursun. Görmüyor
musunuz? Sobalar nasıl gürül gürül yanıyor. Defolun buradan! Gerçekten, müdürün
sobası gürül gürül yanıyordu. Müdür, buram buram terliyordu, sıcaktan göğsünü
bağrını açmıştı ve zannediyordu ki, bütün okulun sobaları da böyle yanar...
Çocuklar, biz bu Çankaya Köşkü’nde, bazen, galiba bu Zülüflü İsmail Paşa gibi
kendimizi aldatıyoruz...”
İşte Mustafa Kemal sadece gerçekçi değil, özeleştiriden çekinmeyen
açık sözlü bir gerçekçi idi.
Zaman zaman gerçekten, kendini çevresinde esen havaya kaptırmayan
lider yoktur. Bütün liderlerin yaşamlarında bir an gelir ki, liderle
gerçeklerin arasına, her liderin bilinç altında yaşayan beşeri içgüdülerinin
hatta beşeri zaaflarının perdesi girebilir. Ama, gerçek lider odur ki, yapay
olan, iğreti olan perdenin arkasında kalmaz ve eriyip gitmez.
Noelle ROGER, Olaylar ve Atatürk, s.39
Yüzyıllar, Türk halkı içerisinde en çok
Türk köylüsünün ezilmişliğine tanıklık etmiştir. Türkiye’nin gerçek sahibi ve
efendisi, gerçek üretici olan köylüdür diyen Atatürk, köylünün ihmal
edilmişliğini bir türlü kabullenememiştir. Yapılmış olan haksızlıkları 1 Mart
1922’de Meclis’te yaptığı bir konuşmada şöyle dile getirmiştir.
“Efendiler!... Yedi yüzyıldan beri
dünyanın çeşitli ülkelerine göndererek, kanlarını akıttığımız, kemiklerini
topraklarında bıraktığımız ve yedi yüzyıldan beri emeklerini ellerinden alıp
savurduğumuz ve buna karşılık he zaman aşağılama ve alçaltma ile karşılık
verdiğimiz ve bunca özveri ve bağışlarına karşı iyilik bilmezlik, küstahlık ve
zorbalıkla uşak durumuna indirmek istediğimiz bu soylu sahibin önünde büyük bir
utanç ve saygıyla gerçek durumumuzu alalım.”
Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren
Atatürk bu sözlerinin takipçisi olmuştur. O yokluk yıllarında devlet bütçesinin
yarısını oluşturan aşar vergisini kaldırarak köylüyü vergi yükünden kurtarmış,
örnek çiftlikler kurmak, ucuz kredi vermek, tohum dağıtmak, üretime yönelik
eğitimi köylünün ayağına götürmek gibi hizmetlerle de yüzyılların
haksızlıklarını biraz olsun gidermek için çalışmıştır. Aşağıdaki anekdot Türk
köylüsünün o günkü durumunu ve Atatürk’ün bakış açısını yansıtan örneklerden
biridir.
Atatürk, sık sık memleketi dolaşan bir liderdi. Çiftçi ile, işçi,
sanatkar, esnaf ile konuşur; memleketin derdini arar bulur, meclise getirir,
milletvekillerinden, bakanlardan hesap sorardı.
İşte böyle yurt gezilerinden birinde Orta Anadolu’da tarlasında çift
süren bir çiftçi ile karşılaşmıştır.
- Kolay gele, bereketli ola ağa.
- Allah razı olsun bey
- Hayrola ağa, öküzün teki ne oldu?
- Devlete borcumuz vardı bey, icra kapımızı çalınca çaresiz kaldık,
koca öküzü satıp borcumuzu ödedik.
- “Sağlık olsun ağa” diyerek konuşmasını kısa kesmiştir.
Çiftçinin adı Halil Ağa idi. Atatürk’ün yanındakiler, İçişleri Bakanı
Şükrü Kaya, Salih Bozok, Kılıç Ali, Hüsrev Gerede, Emir Subayı Resuhi Bey, daha
birkaç yakını vardı. Yürüyorlardı. Atatürk düşünceli idi. Salih Bozok’u yanına
çağırdı. Salih, yarın sabah git, Halil Ağayı bul, bana getir. Benim kim
olduğumu sorarsa, bizim bey seni bir kahve içmeye çağırıyor de.
Ertesi gün Salih Bozok, Halil Ağa’yı bulmuş Atatürk’ün yanına
getirmiştir. Atatürk ayağa kalkarak; “Buyur Halil Ağa” deyip bir sandalye
göstermiştir. Zamanın başbakanı İsmet İnönü de salonda bulunuyordu ve olanlardan
habersizdi. Atatürk Halil Ağa’ya dönerek: “Halil Ağa, anlat şu vergi işini bir
daha” demişti.
Halil Ağa, vergi borcunu, icrayı, satılan öküzünü tekrar anlattı.
Atatürk kaşlarını çatarak, İsmet Paşa ve Şükrü Kaya’ya dönerek; “Arkadaşlar,
biz İstiklal Savaşı’nı Halil Ağa’nın öküzünü icra yoluyla satalım diye
yapmadık. Bu memlekette adaleti, vatandaşı böyle mi koruyacağız, gerekirse
vergi borcu ertelenebilir. Köylünün çift sürdüğü öküzü elinden alınmaz.”
Halil Ağa “Sen Atatürk Paşamsın galiba, beni bağışla, kusur ettim”
diye yalvaracak oldu.
“Sana güle güle Halil Ağa, sen bizim gözümüzü açtın” diye Halil Ağa’yı
ayakta uğurlamıştı. Atatürk Türk Köylüsünün borcu konusunda çok titiz
davranmıştır.
Noelle ROGER, Olaylar ve Atatürk, s.41-42
Türk
insanı duygu insanıdır. Hep sevmek ve sevilmek ister, yeter ki birisine
inansın, birisini sevsin o sevgi onda ölümsüzleşir. Türk, Atasını da böyle
sevdi, O’nu duygularında canlandırdığı şekliyle gönlüne resmetti. Zihninde O’nu
yüceltebildiği kadar yüceltti. Atatürk de yaşamı boyunca bu sevginin getirdiği
sorumluluğun bilinciyle hareket etti. Türk insanının mutluğunu kendi mutluluğu
olarak gördü.
Aşağıdaki anekdot Türk insanının kendisine
hizmet edenlere bakışını ve Atatürk’ün bu bakış açısına yaklaşımını gösteren
güzel bir örnektir.
Bir gün Çankaya yöresinde bir köylü evine gitmiştik. Evde ihtiyar bir
köylü karısı ile oturuyordu. Bize ikram edilen kahveleri içerken Atatürk bana köylü
ile konuşmamı söyledi. Köylüye ilk aklıma geleni sordum.
- Sen Gazi’yi tanır mısın?
İhtiyar beni saçma bir soru sormuşum gibi küçümseyerek süzdü:
- Gazi’yi tanımayan var mı ki, dedi ve ekledi:
- Ben görmedim ama, her hafta Hacı Bayram Camii şerifinde Cuma namazı
kılarmış. Taa göbeğine kadar sakalları varmış. Melek gibi, nur yüzlü, peygamber
gibi mübarek bir ihtiyarmış...
Gülmemi zor tutarak Atatürk’ün genç ve tıraşlı yüzüne baktım. O,
kaşlarını çatarak kendisini tanıtmamamı emretti. Dışarı çıktığımız zaman da
güldü ve:
- Varsın, dedi, o öyle bilsin. Gerçeği öğrenmek belki biçarenin
hayalini yıkar, onun hayalindeki şirin sakallıyı öldürüp de sevgisini
kaybetmenin ne anlamı var.
Hadi BESLEYİCİ, Atamız Atatürk, s.87-88
Atatürk
kişisel yaşamında arkadaşlık ve dostluğa büyük önem vermiştir. Yaşamı boyunca
birçok dostu olmuş, bunların arasında farklı ırktan ve dinden insanlar da
bulunmuştur. Arkadaşlarından kimileriyle uzun yıllar görüşmese de onlara olan
vefa duygusunu hiçbir zaman yitirmemiştir. Aşağıdaki anı Atatürk’ün vefa
duygusunu ve ırkçılıktan uzak insancıl anlayışını yansıtmaktadır.
Mustafa Kemal’in dostları arasında İğneciyan adında bir de Ermeni
vatandaş vardı. Zengin bir kişidir. Sık sık Mustafa Kemal’i Şişli’deki evinde
ziyaret etmekte ve kendisine birçok yardımlarda bulunmaktadır.
Mustafa Kemal Anadolu’ya geçtikten sonra bir Ermeni örgütü ile ilgisi
olduğu iddiasıyla İğneciyan’ı tutuklayıp Malta’ya sürüyorlar. Tüm servetine el
konuluyor.
İğneciyan Malta’dan döndükten sonra üzerinde bir elbisesinden başka
hiçbir şeyi olmayan fakir bir kişi durumundadır. Bir de kızı vardır.
Yedikule’de bir gecekonduya sığınmışlardır.
Atatürk zaferi kazanmış, devlet başkanı olmuştur. Devrimler için geceli
gündüzlü çalışmaktadır.
Atatürk 1927’de ilk kez İstanbul’a gelmiştir. Bu İğneciyan için iyi
bir fırsattır. Hem dostunu görmek, hem de uğradığı haksızlığı anlatmak için
doğruca Dolmabahçe sarayına gider. İlgili memura başvurur:
- Ben, Gazi hazretlerini görmek istiyorum.
- Sen kimsin?
- Ben İğneciyan... Gazi’nin eski bir dostuyum, arkadaşıyım.
Memur, İğneciyan’ı baştan aşağı süzer. Kılık kıyafeti pek güven verici
değildir. Bir bahane uydurarak atlatır. Birkaç kez daha başvurur, fakat sonuç
alamaz.
Bir gün de kızını alıp birlikte saraya giderler. O gün sarayın önünde
olağanüstü bir hal vardır. Motor sesleri, sağa sola koşturan insanlar. Bu,
Gazi’nin bir geziye çıkacağına işarettir.
Polisler ve muhafızlar oradan uzaklaşması için İğneciyan’a işaret
ederler. O sırada Gazi de Saray’dan çıkmıştır. Etrafındaki insan çemberi
arasında otomobiline doğru ilerlemektedir.
O anda İğneciyan’ın kızı fırlayarak insan çemberini yarıp Gazi’nin
karşısına sokulur. Gazi sorar:
- Kim bu kız?
Kız cevap verir:
- Ben İğneciyan’ın kızıyım.
- Nerede baban?
- Dışarıda bekliyor, sokmuyorlar...
Gazi hemen emir verir. İğneciyan’ı huzuruna alırlar. İki dost özlem
içinde kucaklaşırlar. İğneciyan başından geçenleri anlatır. Gazi’nin gözleri dolu
dolu olur. Emir verir. Gerekli soruşturma yapılır. İğneciyan’ın haklı olduğu
anlaşılır ve alınan malları geri verilir.
Yıl 1938... Kasım’ın 12’si... Atatürk’ün acı kaybına dayanamayan
İğneciyan üzüntüsünden ölür.
Bu ölümlü dünyanın en güzel şeyi karşılıklı vefalardır.
Hadi BESLEYİCİ, Atamız Atatürk, s.65-66
Atatürk,
bir işi yaparken fayda ve zararını sadece kendisi açısından değerlendiren
insanların bencil olduğunu düşünürdü. Asıl olan insanların yaptığım iş başkalarına
ve özellikle benden sonra geleceklere ne kazandırır veya ne kaybettirir, diye
düşünebilmeleridir. Bu anlayış insanları bencillikten uzaklaştırır, ufkun
ötesini görmelerini sağlayarak başkaları için bir şeyler yapmanın zevkine
onları ulaştırır. İnsanların bencil, kinci ve bağnaz olmalarında bu düşünceden
yoksunluk vardır. Aşağıdaki olayda görevini yapmadığından dolayı evlatlarının
zarar göreceğini düşünmeyen babayla, kendini o görevlinin evlatlarını düşünmek
zorunda hisseden gerçek baba Atatürk’ün anlayış farkını yansıtmaktadır.
Atatürk’ün asla kini yoktur. Bir kimseye ne kadar kızarsa kızsın, bir
süre sonra affeder, olanları unutur, bir daha duymak bile istemezdi. Bu yüzden
civarındakilerden birçokları zaman zaman gözden düşer, sonra yeniden affedilir,
yeniden eski mevkiini alırdı. Fakat, asla göz yummadığı şey, bir kimsenin
ekmeğiyle oynanmasıydı.
Yeni harflerin kullanılmasının kararlılıkla takip edildiği dönemde bir
seyahati esnasında bir hükümet bürosuna girdi. Açtığı bir defterde bir deste
eski harflerle yazılmış notlar ve kağıtlar buldu. Defterin sahibi yaşlı bir
memurdu.
Atatürk, hayatında ender rastlanan bir hiddetle memurdan başladı,
amirde bitirdi, hepsini kovdu. Dışarı çıkarken de:
- Bunlar mikroptur, efendim! Milli bünyenin iyiliği namına
temizlenmeli!... diye bağırdı.
Akşam oldu, vilayet konağında bir ziyafet vardı. Bir aralık söz yine
yeni harflere geldi. Atatürk, valiye sordu:
- Bugünkü yobazlara ne yaptın?
Vali:
- Görevlerine son verdim, paşam. Esasen ücretli hizmetlilerdi.
Atatürk durakladı, sonra usulca:
- O olmadı işte!... dedi. Bu adam, kabahatli, muhakkak!... Fakat,
çoluğunun çocuğunun suçu ne? Onları aç bırakmaya hakkımız yok. Onu görevine
usulca iade et!... Biz adamları
cezalandırmalıyız, ama ekmekle oynamak doğru değildir!...
N.A. BANOĞLU, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, s.325-326
Türk
kadını vatana hizmette, asla erkeğinden geri kalmamış, hatta ondan ileri
olmuştur. Göz bebeği evlatlarını vatan uğrunda şehit vermeyi şereflerin en
yücesi kabul edip, acılarını içine gömmesini bilmiştir. O, kimi zaman kocasını
ve evlatlarını cepheye gönderip evinin nafakasını tek başına çıkaran, kimi
zaman cephane taşıyan, kimi zaman yaralıların yaralarını saran, kimi zaman da
cephede bizzat savaşan kahramanlık, sevgi ve şefkatin temsilcisi Türk anasıdır.
Aşağıdaki anekdotun kahramanı “Hacer Nine” de kocasını, evlatlarını ve
torunlarını şehit vermiş, şehitlerin sevgisini, Atatürk sevgisiyle
özdeşleştiren yüce Türk kadınının temsilcisidir.
Hacer Nine yine bunalmıştı. İçi içine sığmıyordu. Beş gözlü evinin içi
yine birkaç gündür zindan kesilmişti. Düşündükçe yüreği yerinden kopuyordu.
Yetmiş yaşındaki bu kimsesizlik ona büsbütün koymuştu.
Kocasını Yemen’de kaybetmişti. Bir oğlu Balkanlarda, ikisi de çöllerde
kalmıştı. Bir gelini ile üç torunu vardı. Gelini hastalıktan öldü, torunlarının
biri de Büyük Muharebede şehit düştü. Birisi İkinci İnönü’den dönmedi.
En son torununu da Sakarya’ya gönderdi. Bir gün haber aldı ki en son
delikanlısı da Duatepe Muharebesinde öteki ağalarının yanına göçüp gitmişti.
Çok ağladı. Fakat, Sakarya Savaşı kazanıldı haberi gelince ağlaması
durdu, gülmeye başladı.
Ondan sonra vakit vakit böyle bunalırdı. Ve her bunalışında
çarıklarını çeker, değneğini alır, Ankara’nın yolunu tutardı. Bu sefer de öyle
yaptı. Saatlerce yürüdükten sonra ikindide Ankara’ya geldi, doğruca gitti,
Büyük Millet Meclisi’nin kapısı önünde durup çömeldi.
Aradan biraz vakit geçti, sordular:
- Nine, ne istiyorsun?
- Hiç, hiçbir şey.
- Ya neden burada duruyorsun?
- Onun gözlerini görmek için çıkmasını bekliyorum.
- O dediğin kim?
- Gazi Paşa.
Sonunda hikayesini anlattı ve dedi ki:
- İşte böyle, ara sıra çok bunaldıkça buraya gelirim. O, Millet
Meclisi’nden çıkarken gözlerine bakarım. Mavi gözbebeklerinde bütün
şehitlerimin gözlerini görür gibi olurum. Son içime bir ferahlık dolar, kalkar
köyüme giderim.
İşte siperlerde evlat, torun gömmüş Türk Ninesi buna derler.
N.A. BANOĞLU, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, s.29-30
Çağdaş
insan, görevlerini en verimli biçimde yürüten, mal ve hizmet üretmeyi insanlık
onurunun gereği olarak gören, insanları mevkilerine göre değil hizmetlerine
göre değerlendirebilen insandır. Atatürk yaşamı boyunca insanları bu esasa göre
değerlendirmiş, görevini sorumluluk bilinciyle yürüten insanları hem takdir
etmiş, hem de onlara saygı duymuştur.
Atatürk, devlet hizmetinde çalışanların
görevleri süresince sevecen, adil olmalarını, keyfi ve zorbalık türü
davranışlardan kaçınmalarını istemiştir. İstemekle kalmamış her türlü keyfi
uygulamanın karşısında olmuş, özellikle de yöneticileri, hak ve adaletten
ayrılmamaları, kendilerine özel muamele gösterilmesini beklememeleri yönünde
uyarmıştır. Aşağıdaki anekdot Atatürk’ün ayrıcalıklı muameleye karşı oluşunu
yansıtan örneklerden birisidir.
Atatürk, bir gün Dolmabahçe’den gizlice çıkar Topkapı Sarayı Müzesine
gelir. Müzeyi gezmek ister. Kendisini kapıcıya tanıtır, fakat kapıcı henüz saat
9 olmadı, memurlar da gelmedi, Atatürk değil, kim olursan ol, bekleyeceksin,
der.
Hiç şüphe yok ki, kapıcı Atatürk’ü tanımamış ve bu sözlere birden
fazla muhatap bulunduğu için gelenin Atatürk olabileceğine inanmamıştır. Fakat
bu anekdotta önemli olan nokta Atatürk’ün kapıcının sert cevabı karşısında
ısrar etmeyerek, bir kenara çekilip, saatin 9 olmasını ve memurların gelmesini
beklemesidir.
S.A. TERZİOĞLU, Yazılmayan Yönleriyle Atatürk, s.4
ATATÜRK, KENDİSİNE SUİKAST YAPACAK ADAMLA
KARŞI KARŞIYA
İnsanların
başına gelen felaketlerin çoğunluğu akıllarıyla değil de duygularıyla hareket
edip, duygularına esir olmalarındandır. Çünkü, duygularıyla hareket edenler,
çoğu kez başkaları tarafından kullanılırlar. Kullanıldıklarını da başına
felaket geldiği an anlarlar. Ancak, düşünen, soran, neden, niçin diye araştıran
insanlar akıllarını kullanmış olduklarından felaketi önceden görürler ve ona
göre hareket ederler. Aşağıdaki anekdot bu anlayışı yansıtan güzel örneklerden
birisidir.
İzmir’de hazırlanan o alçakça suikastten sonra, bir gün bize Atatürk
şu olayı anlatmıştı:
- Ziya Hurşit’in beni öldürmek için görevlendirdiği iki zavallı vardı.
Sorguları yapıldıktan sonra bunlardan birini yanıma çağırdım. Odada kimse
yoktu. Kendisine sordum:
- Sen Mustafa Kemal’i öldürecekmişsin, öyle mi?
- Evet! dedi.
Ben gene sordum:
- Mustafa Kemal, ne yapmış ki onu öldürecektin?
- Fena bir adammış da... Memlekete çok fenalık yapmış!... Sonra, bize
onu öldürmek için para da vereceklerdi!...
- Sen Mustafa Kemal’i tanıyor musun?
- Hayır!
- O halde, tanımadığın bir adamı, nasıl öldürecektin?...
- Geçerken işaret edecekler,
“Mustafa Kemal, işte budur!” diyeceklerdi. Biz de öldürecektik.
O zaman cebimden tabancamı
çıkararak, kendisine uzattım:
- Mustafa Kemal benim!... Haydi, al
eline tabancayı... Öldür!... dedim.
Adam, benden bu cevabı alınca,
yıldırımla vurulmuş gibi oldu. Bir müddet şaşkın yüzüme baktıktan sonra,
dizüstü kapanarak hüngür hüngür ağlamaya başladı.
N.A. BANOĞLU, Nükte ve Fıkralarla
Atatürk, s.114-115
Atatürk
her ortamda mensubu bulunduğu Türk Milletiyle gurur duyar ve milletin onurunu
en iyi şekilde temsil etmeyi görev bilirdi. O asla bu milletin evlatlarının
yeteneğinden şüphe etmemiş, olumsuz koşullarla karşılaştığında bile o Türk
insanını hep yüceltmiştir. Aşağıdaki anekdot da O’nun yaklaşımının sayısız
örneklerinden sadece birisidir.
İngiliz Kralı VIII. Edward İstanbul’a Atatürk’ü ziyarete geldiği
zaman, Atatürk kendisine bir akşam ziyafeti vermişti. Ziyafetten önce:
- Bana İngiltere sarayında verilen ziyafetler ne şekilde olur, onu
bilen birisini yahut bir aşçı bulunuz!... dedi.
Sonunda İngiliz sofra merasimini bilen bir kişiden öğrenerek sofrayı o
şekilde düzene koydular... Akşam Kral sofraya oturunca kendisini kral sarayında
zannederek memnun oldu. Atatürk’e dönerek:
- Sizi tebrik eder ve size teşekkür ederim. Kendimi İngiltere’de
zannettim, diyerek memnuniyetini bildirdi.
Sofraya hep Türk garsonlar hizmet etmekte idi. Bunlardan bir tanesi
heyecanlanarak, elindeki büyük bir tabakla birdenbire yere yuvarlandı. Yemekler
de halılara dağıldı. Misafirler utançlarından kıpkırmızı kesildiler. Fakat
Atatürk Kral’a eğilerek:
- Bu millete her şeyi öğrettim, fakat uşaklığı öğretemedim,” dedi.
Bütün sofradakiler Atatürk’ün zekasına hayran oldular. Atatürk garsona da
“görevine devam et” emrini verdi.
Ahmet Niyazi BANOĞLU, Nükte ve Fıkralarla Atatürk,
s186-189
Atatürk, Türk askerinin göreve bağlılığı
ve zekasını hep takdir etmiştir. Mehmetçiklerin bu nitelikleriyle gurur
duyduğunu her ortamda anlatarak bu güzel yeteneklerin devamına ve güçlenmesine
katkı sağlamış, onlara olan güvenlerini hiç kaybetmemiştir.
Aşağıdaki küçük anı Atatürk’ün, Türk
askerinin sorumluluk bilinci ve zekasına verdiği değeri yansıtması bakımından
güzel bir örnek.
Bir gün askeri bölgeye giderken otomobili bozuldu.
- Yürüyelim, otomobil yapılınca arkadan gelsin, dedi.
Atamızla arkadaşları yürüdüler. İlerden Mehmetçik bağırdı:
- Dur. Kimsin?
Durdular, Mehmetçik geldi:
- Buralara Atamız gelecek. Geçmek yasaktır.
Ata güldü:
- İyi bak, Atatürk bana benzer mi?
Mehmetçik baktı, gözleri parladı.
- Benzemeye benzer ama, askerlik bu, bir de onbaşım görsün, dedi.
H. BESLEYİCİ, Atamız ATATÜRK, s.116
GENERALLE ASKER
BİRDİR!...
Türk milleti, zor anlarında yediden
yetmişe el ele gönül gönüle vererek birçok engeli aşmasını bilmiştir. Ancak,
aklın gösterdiği doğru asker ocağında olduğu gibi, zor anların dışında da bu
milletin evlatlarının el ele gönül gönüle olmasıdır. Asker ocağındaki komutan
ve mehmetçik sevgisi öylesine güçlü öylesine uzun ömürlü ki, bu sevgi,
şiirlere, türkülere, öykülere ve gece masallarına konu oluşturarak ölümsüz bir
kültüre dönüşmüştür.
Vatani görevini yapmış her Türk insanının
iki anısından birisini mutlaka askerlik anıları oluşturur. O ne güzel bir ocak
ki ondan kopmak mümkün olmuyor. “Askerliğini yapmayana kız verilmez” ve
“askerliğini yapmayan adam sayılmaz” sözleri Anadolu’da atasözü haline
gelmiştir. Bu sözlerin mutlak doğruluğuna katılmak mümkün değilse de, asker
ocağına veriler değeri yansıtması açısından önemlidir. Aşağıdaki anekdotta
Atatürk, komutan-mehmetçik dayanışmasının önemine dikkat çekmektedir.
Atatürk, Sümerbank Dokuma Fabrikasının açılış töreninde hazır
bulunduktan sonra askeri manevra sahasına hareket etmişti.
Yolda bir sel yatağına saplanmış olan top arabasının tekerleklerini
bataklıktan çıkarmaya uğraşanlar arasında bir generalin bulunduğunu görünce,
kendisine sonsuz takdirlerini bildirdiler ve iltifatlarda bulundular.
Daha sonra, “Maviler” tarafına ait bir tank birliğinin yaptığı hücum
sırasında “Pembeler”den bir askerin ansızın siperinden fırlayarak tanklardan
birinin üstüne sıçradığını ve şoförüyle mücadeleye başladığına tanık oldular. O
zaman yakında bulunanlara, evvelce gördüğü generalin fedakarlığı ile bu askerin
gösterdiği cesaretin birbirine denk olduğunu beyan ederek, şöyle dediler:
- Biz Milli Mücadelede bütün Türk Milleti bu şekilde çalıştık. Böyle
kahraman generaller, subaylar ve askerlere dayanarak savaşı kazandık. Onlar var
oldukça kimse vatanımıza göz dikemez!...
N.A.BANOĞLU, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, s.38
I.
Dünya Savaşı’ndan yenik çıkan Osmanlı Devleti’nin yöneticileri kendi taç ve
tahtlarının geleceği için Türk yurdunun istilasına göz yumunca Türk Milleti
kendi namusunu, yurdunu ve geleceğini kurtarmak amacıyla “Kuvayı Milliye” adı verilen
yerel direniş örgütlerini kurmuşlardır. Bu yerel örgütler Kurtuluş Savaşı
destanını yazacak olan Türk Milletinin kahraman ordusunun çekirdeğini
oluşturmuştur. Aşağıdaki anekdot da Atatürk’ün Kuvayı Milliye ile ilgili ilginç
değerlendirmesi yer almaktadır.
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra memleket işgal edilmiş, ordu dağılmış,
elde bir şey kalmamış durumdaydı.
Yabancılar artık Türkiye’nin tarihe karıştığını iddia ediyor, memleket
üzerinde pazarlıklar yapıyorlardı.
İşte bu sırada Atatürk Samsun’a çıkmış, Erzurum ve Sivas Kongresi’ni
topluyor, “Kuvayı Milliye”nin oluşmasına çalışıyordu.
Bu durum karşısında etrafındakilerden umutsuzluk içinde olan birisi,
bir gün Mustafa Kemal’e:
- Paşam, dedi, memleket işgal edilmiş, ordu tümüyle dağılmış, büyük
devletler bizim sonumuzu görüşüyorlar. Galip devletlerin kuvvetli orduları ve
donanmaları karşısında kurmak istediğiniz “Kuvayı Milliye” neye yarar?
Mustafa Kemal gayet sakin şu cevabı verdi:
- Kuvayı Milliye, namuslu bir insanın yastığının altındaki tabancaya
benzer. Namusunu koruması için, herhangi bir ümidi kalmadığı zamanda hiç
değilse intihara yarar.
Hadi BESLEYİCİ, Atamız Atatürk, s.103-104
Bağımsızlık
Savaşı öncesi ülkenin yöneticileri ve bazı sözde aydınlar işgallerin yarattığı
ortamdan yılgınlığa düşerek düşmanların Türk Milletine uygun göreceği düşük bir
yaşama razı olmuşlardı. Onlar, insanların yaşama tutkularının temelinde onur ve
özgürlüğün bulunduğunu görememişlerdi. Oysa, Türk insanı bu değerler için ölümü
yaşama tercih etmeye hazırdı. Bunu gören ve bilenlerden Atatürk, Bağımsızlık
Savaşı’na karar verirken bir an bile tereddüt göstermemiştir. O, yaşamak için
ölümü göze alanların ölmeyeceğini biliyordu. Türkiye Cumhuriyeti bunun en canlı
ve anlamlı kanıtıdır. Aşağıdaki diyalog Atatürk’ün özgürlük ve Türk Milleti
hakkındaki düşüncelerini yansıtmaktadır.
General Pershing’in kurmay başkanı olan General Harbord Sivas’ta
Mustafa Kemal ile görüşürken der ki:
- Türk tarihini okudum. Milletiniz büyük komutanlar yetiştirmiş, büyük
ordular hazırlamıştır. Bunları yapan bir millet elbette bir medeniyet sahibi
olmalıdır. Takdir ederim. Ama, bugünkü duruma bakalım. Başta Alman müttefikinizle
bir dört yıl harb ettiniz, yenildiniz, dördünüz bir arada yapamadığınız şeyi,
bu durumda tek başınıza yapmayı nasıl düşünebiliyorsunuz? Fertlerin intihar
ettikleri zaman zaman görülür. Bir milletin intihar ettiğini mi göreceğiz?
- Mustafa Kemal generale “Teşekkür ederim, dedi, tarihimizi okumuş,
bizi öğrenmişsiniz. Fakat, şunu bilmenizi isterdim ki biz emperyalist pençesine
düşen bir kuş gibi yavaş yavaş aşağılık bir ölüme mahkum olmaktansa
babalarımızın oğulları olarak vuruşa vuruşa ölmeyi tercih ediyoruz.”
General ve arkadaşları sessizce ayağa kalktılar.
- Biz de olsak böyle yapardık!
F.Rıfkı ATAY, ÇANKAYA
Bir
sorunu çözebilmenin, bir işi başarabilmenin ilk koşulu kişinin “başaracağım”
inancını taşımasına bağlıdır. Bu inanca sahip olmayıp, ümitsizlik içerisinde
olanların ise başarıya ulaşmaları mümkün değildir. Atatürk, düşman güçleri
karşısında yılgınlığa düşen yakın çevresindeki arkadaşlarını ve Türk milletini
sarsılmaz bir inançla motive etmiştir. “Başarı, başaracağım diyenlerindir”
ilkesini hep canlı tutmuş ve Türk ulusuyla birlikte başarıya da ulaşmıştır.
Kurtuluş Savaşı henüz başlıyordu. Ordu yoktu ve her taraftan vatanın
bağrına giren düşmanlara karşı ancak gönüllü çetelerle savaş yapılıyordu.
Milletvekilleri arasında bile, dövüşü göze alan, fakat ümitsizlikten
kurtulamayanlar vardı.
Bir gün Büyük Millet Meclisi’nde vatanın kurtulması için neler
yapılması gerektiği hakkında heyecanlı konuşmalar yapılıyordu.
Milletvekillerinden biri, sözlerini büyük vatan şairi Namık Kemal’in şu beyti
ile bitirdi:
“Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini
Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini?...”
En büyük ve korkunç düşmanın, ümitsizlik olduğunu pek iyi bilen
Atatürk bu beytin iki kelimesini değiştirerek, fakat veznini de bozmaksızın sert
ve sarsılmayan bir sesle şu cevabı verdi:
“Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini,
Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini!...”
Niyazi Ahmet BANOĞLU, Nükte ve Fıkralarla Atatürk,
s.88-89
Saraylarının
dışına çıkıp halkın yüksek niteliklerini tanımadan yaşayan Osmanlı
yöneticileri, yıllarca emeğinden yararlandığı halkı “sürü”, kendilerini ise
çoban olarak görmüşlerdir. Bu nedenle, başlarına işgal felaketi gelip taht ve
taçları tehlikeye düşünce düşmanın insafına sığınmak zavallılığına teslim
olmuşlardır. Ancak, Türk milletinin üstün özelliklerini cephede vatanı için
ölen Mehmette gören Atatürk, vatanın kurtarılması söz konusu olduğunda bütün
görevlerinden istifa ederek milletine sığınmış ve önderlik ettiği milletini
karanlıktan aydınlığa çıkarmıştır. Lider, liderlik ettiği toplumu tanımak
zorundadır. Aşağıdaki anekdot Atatürk’ün Türk toplumunu çok iyi tanıdığını
yansıtması açısından güzel bir örnektir.
Erzurum: 3 Temmuz 1919...
Ilıca’da Mustafa Kemal’in ilk karşılanması sırasında:
Konukların önemli kimseler olduğunu anlayan ihtiyarın zeki gözleri
parladı. İri ve ak tüylerle örtülü elini geniş göğsünün üzerine koyarak
selamladı. Mustafa Kemal Paşa, ta yanıbaşına kadar geldiği halde heykel gibi
duran bu ihtiyarın hatırını soruyor, o da gövdesine yaraşan derin ve gür
sesiyle teşekkür ediyordu. Mustafa Kemal’in sohbete başladığı ihtiyar, Ruslar
gelince göçmek zorunda kalıp Çukurova’ya indiklerini, şimdi köyüne döndüğünü
kısaca anlattı. Mustafa Kemal, o günlerin bu dönüşe pek uygun olmadığını
işaretle:
- Ağa, yoksa oralarda geçinemedin mi, diye sordu.
İhtiyar hemen karşılık verdi.
- Hayır Paşam, Çukurova cennet gibi bir yer, bir eken yüz biçiyor.
Bize tarla verdiler, çayır da... Geçimimiz padişahta bile yoktu. Çok rahattık.
Yalnız son günlerde işittim ki İstanbul’daki “ırzı kırık”lar bizim Erzurum’u
Ermenilere vereceklermiş. Geldim ki göreyim, bu “namertler” kimin malını kime
veriyorlar?
Tunç çehreli, ak sakallı, gün görmüş ihtiyarın iman dolu göğsünden
gelen bu ses yine O’nun gibi tunç çehreli kahraman askerin gözlerini yaşarttı.
Bu eski Türk kalesine, ulus işi için, ulusla birlikte çalışmağa gelen bu büyük
devlet adamı yaşlı gözlerle arkadaşlarına döndü:
- Bu ulusla neler yapılmaz!
N.A. BANOĞLU, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, s.116-117
ŞEREFİMLE ÖLMEYE
HAZIRIM!..
Her vatanın temelinde sıkıntı, yokluk,
acı, gözyaşı ve ölüm vardır. Bütün bunlara daha iyi, daha onurlu ve daha özgür
bir yaşam için razı olunmuştur. Onun içindir ki, vatan toprakları üzerinde
yaşayanlar onun değerini bilmek ve sahip çıkmak sorumluluğuyla yükümlüdürler.
Mehmet Akif Ersoy’un aşağıdaki dizelerinde bakınız bu gerçek nasıl dile
getiriliyor.
“Sahipsiz kalan bir vatanın batması haktır,
Sen sahip olursan bu vatan batmayacaktır.”
Aşağıda yer alan anı, vatan gerçeğini en iyi anlayan ve onun
gereğini yapmaktan çekinmeyen insanların başında Atatürk’ün yer aldığını
yansıtması açısından önemlidir.
Mustafa Kemal’in Samsun ve çevresindeki faaliyetlerinden korkan
İstanbul Hükümeti, İçişleri Bakanı Ali Kemal’in bir genelgesi ile O’nu görevden
alıyor. Bu sıralarda, Ali Galip adında birisi de, Erzurum Valiliği’ne atanmak
maskesi altında Mustafa Kemal’i tutuklamakla görevlendiriliyor. Ve Sivas’ta
bazı tertiplere başvuruyor. Bu komployu Amasya’da haber alan Mustafa Kemal, bir
atlı birlik oluşturarak habersizce Tokat’a gidiyor. Kendileriyle sohbet etmek
üzere şehrin ileri gelenlerini topluyor. Bu toplantıda bulunan avukat Ali Bey,
gözlemini şöyle anlatıyor:
“Yirmi kişi kadar vardık. Atatürk, etrafında bazı kişilerle birlikte
geldi. Köşede bir sandalye vardı. Selam verip oraya oturdular ve bize
memleketin kurtuluş yolu hakkında hiçbir şekilde unutamayacağım şu açıklamada
bulundular:
- Hiçbir koruma aracına sahip olmasak bile, dişimiz tırnağımızla,
zayıf ve dermansız kolumuzla mücadele ederek şeref ve haysiyetimizi, namusumuzu
korumayı kaçınılmaz görüyorum. Tarih, bize vatan uğrunda canını, malını
esirgemeyen milletlerin asla ölmediklerini göstermektedir. Ben hayatımı, hiçbir
zaman milletimizden üstün görmedim ve görmeyeceğim. Her an memleket için
şerefimle ölmeye hazırım.”
N.A. BANOĞLU, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, s.370-371.
Vatan, yani üzerinde yaşadığımız toprak parçası,
toprak olmanın ötesinde anlamlar taşır. İnsanlar vatanlarıyla vardır. Acı,
tatlı, bütün anılar onunla başlar onunla biter. Ona sahip olmayanın kimliği
bile yoktur, tutsak köleden öte. İnsanlar varlıklarını vatana borçlu oldukları
bilinciyle hep onun için ölmüşlerdir. Vatanı kaybetmek, atayı, kendini,
evladını, suyunu, ekmeğini, aşını, nefesini hepsinden öte kimliğini
kaybetmektir.
Vatanımızın varolmasına emeği, bilgisi ve
düşüncesiyle en büyük katkıyı yapan şüphesiz Türk milletinin Atası Atatürk’tür.
Aşağıdaki anekdot bu büyük insanda vatan sevgisinin nasıl bayraklaştığını, her
şeyin nasıl vatanla anlam kazandığını yansıtması açısından önemlidir.
Atatürk, Kurtuluş Savaşı için Anadolu’ya geçtikten ve Erzurum
Kongresi’ni yaptıktan sonra Sivas’a dönmüş, orada ikinci kongreyi açmıştı. Bu
sırada lise binasında yatıyor; toplantılar yapıyordu. En basit ihtiyaçlarını
bile temin edecek halde değildi; bazı geceler sabahlara kadar küçük petrol
lambasının cılız ışığında çalışıyordu.
Bir aralık lise binasına baskın yapılacağı ve Atatürk’ün yakalanıp
asılacağı hakkında şehirde haberler dolaşmaya başladı.
Atatürk’ün hizmetini basit fakat temiz ruhlu, fedakar bir Türk genci
yapıyordu. Bu delikanlının babası gizli ve sık sık geliyor; oğluna:
- Etme, eyleme; evine dön; bugün yarın şehir basılacak; Mustafa Kemal
ve arkadaşları yakalanacak. Onlar her şeyi göze almışlar; sen aileni düşün,
diyordu.
Atatürk bu geliş gidişin farkına vardı; bir gün delikanlıyı yanına
çağırdı ve sordu:
- Sık sık sana gelen kimdir?
- Babam!...
- Ne istiyor?
Delikanlı her şeyi anlattı. O zaman Atatürk, ona doğru biraz daha
ilerledi; elini omuzuna koydu ve dedi ki:
- Hizmetinden memnunum, fakat baba hakkı büyüktür. Madem ki razı
olmuyor, git! Git, fakat babana söyle ki, vatan elden giderse evladın ne önemi
kalır?
N.A. BANOĞLU,
Nükte ve Fıkralarla Atatürk, s.87-88
Saltanat ve Hilafet özlemcisi kimi
çevreler tarihsel gerçekleri pervasızca çarpıtmaktadırlar. Örneğin, Atatürk’ün Anadolu’ya
Vahdettin tarafından bir bağımsızlık savaşı başlatması için gönderildiğini
iddia etmektedirler. Bu çevrelerin iddialarına gösterdikleri kanıtlardan biri
de Atatürk’le Vahdettin arasında sarayda geçen bir konuşmadır. Bu konuşmada
Vahdettin’in
“Paşa isterseniz devleti
kurtarabilirsiniz” şeklindeki sözüne mal bulmuş gibi sarılan bu çevreler, bu
sözün kurtuluş mücadelesini başlatmak için söylendiğini belirtirler.
Oysa
Osmanlı Padişahının bu ifadeyi kullanırken M.Kemal’den beklentisi şudur:
“İtilaf Devletleri’nin emir ve isteklerinin yerine getirilmesini sağla, Anadolu’da olası işgallere karşı
ortaya çıkabilecek direnişi engelle”. Padişah böylelikle İtilaf Devletleri’nin
Anadolu’da kalıcı olmayacaklarına, bir süre sonra çekip gideceklerine ve
Anadolu’nun da kurtulabileceğine inanıyordu. Yani, kurtuluşu teslimiyette
görüyor ve silahlı bir mücadeleyi asla düşünmüyordu. Aksine silahlı mücadeleye
başvurulacak olursa işgalci güçlerin Osmanlıyı hemen parçalayacaklarına
inanıyordu. Çünkü padişahın Türk milletine ve kendine güveni yoktu. Kurtuluş
Savaşı’nı isyan olarak görmesinin nedeni de buydu.
Anadolu’ya geçmek için hazırlıklarını tamamlayan Atatürk, Yıldız
Sarayı’na gitti. Son Osmanlı Padişahı Vahdettin, onu çok küçük bir odada kabul
etti. Hemen hemen diz dize oturdular.
Padişahın sağında mini bir masa üzerinde güzel ciltlenmiş kalınca bir
kitap, bir Osmanlı Tarihi vardı. Pencereden Boğaz, Boğaz’ın mavi sularında
birbirine paralel dizilmiş ve toplarını saraya çevirmiş olan düşman savaş
gemileri görünüyordu.
Padişah, ona dedi ki:
- Paşa, devletimize çok hizmet ettin; bunların hepsi artık bu kitaba
geçmiştir!
Elini Osmanlı Tarihi’ne koydu, bastı ve ilave etti:
- Tarihe geçti!...
Sonra dedi ki:
- Bunları unutunuz. Asıl bundan sonra yapacağınız hizmet şimdiye kadar
yaptıklarınızdan mühim olacaktır. Paşa, isterseniz devleti kurtarabilirsiniz!
Atatürk cevap verdi:
- Bu yolda elimden gelen yapacağıma emin olmanızı rica ederim.
Vahdettin:
- Muvaffak olunuz! diyerek ayağa kalktı.
Ziyaret sona ermişti.
Padişah, ondan düşmanların arzularını yerine getirmesini bekliyordu;
elinde hiçbir kuvvet kalmamış olan devletin ancak böyle, düşmanların hoşuna
giderek kurtulacağını sanıyordu. Bilmiyordu ki, kuzuyu yemeğe karar vermiş olan
kurt için bahane bulmak gayet kolaydır.
Atatürk de devleti kurtarmak istiyordu; fakat düşmanlara yaranmakla
değil, milletin bitmez tükenmez hürriyet ve istiklal aşkını, cesaret ve
fedakarlık duygularını harekete geçirerek...
İşte Türk milletini anlamamış bir adamla, anlamış adamın arasındaki
fark...
Niyazi Ahmet BANOĞLU, Nükte ve Fıkralarla Atatürk,
s.86-87
Ulusal
kahramanlar halklarıyla bütünleşebildikleri, onları anlayabildikleri ölçüde
ölümsüzleşirler. Atatürk de gerek Kurtuluş Savaşı döneminde gerekse devrimlerin
yapıldığı süreçte toplumla sürekli bir iletişim içerisinde olmuş, halk yararına
çalışmış, bu nedenle de halkının büyük sevgisini kazanmıştır. Türk milletinin
Atatürk’e olan sevgisi aşağıda anlatıldığı şekliyle Sultan Bacı’nın kişiliğinde
somutlaşmıştır.
Atatürk, İzmir zaferinden sonra ilk kez Adana’ya gelmişti. Ayağının
tozuna yüz sürmeyi adak edenleri zorla topraktan ayırabiliyorduk. O genç, alçak
gönüllü kurtarıcı, bu coşkun, kendinden geçmiş halkı selamlaya selamlaya
hükümet konağına geldi. Biraz sonra evine dönecekti. Merdivenlerin yarısını
indiği sırada bir kucak sarı çiçekle bir köylü kadınının nefes nefese,
sıçrarcasına merdivenleri çıktığını gördük.
Gazi Mustafa Kemal durdu, köylü kadını yanına kadar çıktı. Anlatılamaz
bir hayranlıkla O’nun gözlerine tutuldu ve bir süre bu dalgınlık içinde
yerinden kımıldanamadı, sonra bir ana sesindeki sevecenlik ve özlemle:
- Ah benim çakır oğlum! Yolunu bir deli gibi bekledim. Sana bu
çiçekleri tarlamdan yoldum. Eğ başını! O sarı saçlarını öpeyim... Bu benim
adağım, umduğumu çok görme...
Genç komutanın yüzüne bir huzur ve sevinç yayıldı, başını ona doğru
eğdi. Köylü kadın bu sarı başı, bağrındaki sarı çiçeklerin üzerine bastırdı.
Kokladı, öptü. Sonra da sarı fulyaları ayağının altına sererek:
- Adağım yerini buldu, koca yiğit, tuttuğun altın, kılıcın keskin
olsun; her muradın yerine gelsin, dedi.
Bu köylü kadın bizim cephe arkadaşımız “Sultan Ana” idi.
Arif Hikmet PAR – M.Agah ÖNEN: Atatürk’ü Anlamak,
s.98-99
Osmanlı
devlet anlayışına göre savaşlardaki başarı padişahın, başarısızlık ise onun
kulu durumundaki ordu komutanlarının ve askerlerindi. Türk Milli Kurtuluş
Savaşı’nın lideri Atatürk ise, cephede omuz omuza savaştığı askerinin hakkını
teslim eden ve kendi başarısını önemsemeyerek ordusunu hep yücelten
alçakgönüllü bir kahramandı. Aşağıdaki anekdot bu gerçeği yansıtanlardan sadece
birisidir.
Alfabe toplantısında, 29-30 Ağustos 1928 Dolmabahçe.
Şafak söküyordu. Doğacak güneş 30 Ağustos sabahının güneşi idi. Bütün
İstanbul, bu büyük zafer hazırlıklarını tamamlamıştı...
Hep birden kalkıldı. Atatürk’ü, Türk yurdunu ve Türk ulusunu kurtaran
en büyük zaferin yıldönümünü kutluyorduk.
Ulu Önder, kutlamaları – derinlere bakan gözlerinin dalgınlığı içinde
- dinledi, dinledi:
- Bu zaferi kazanan ben değilim, dedi. Bunu asıl, tel örgüleri hiçe
sayarak atlayan, savaş meydanında can veren, yaralanan, kendini esirgemeden
düşmanın üzerine atılarak Akdeniz yolunu Türk süngülerine açan kahraman
askerler kazanmıştır. Ne yazık ki onların her birinin adını Kocatepe sırtlarına
yazmak mümkün değildir. Fakat hepsinin ortak bir adı vardır: Türk Askeri.
Kutlamalarınızı onların adına kabul ediyorum.
Kemal ARIBURNU, Atatürk, Anekdotlar, Anılar
Atatürk,
“Özgürlüğün olmadığı yerde ölüm ve yokoluş vardır. Bütün gelişmelerin anası özgürlüktür.”
sözünü söylerken bu duygu ve düşüncesinin kaynağını mensubu olmakla gurur
duyduğu Türk milletinden aldığını çok iyi bilmekteydi. O, özgürlükleri için
ölümü göze alabilen ulusların asla tutsak edilemeyeceğine inanmakta, Türk
milletinin de bu özelliğinden dolayı sonsuza kadar özgür ve bağımsız kalacağını
düşünmekteydi. Aşağıdaki anekdot Atatürk’ün Türk ulusundaki özgürlük tutkusuna
olan güvenini yansıtması açısından güzel bir örnektir.
Bir gün müslüman memleketlerden birinde (Mısır’da) bağımsızlık davası
için çalışan liderlerden biri, Mustafa Kemal’i görmeye gelmişti. Kendisine:
- Bizim hareketin de başına geçmek istemez misiniz? diye sordu.
Olabilecek bir şey değildi, ama, insan yoklamalarını pek seven Mustafa
Kemal:
- Yarım milyonun bu uğurda ölür mü? diye sordu.
Adamcağız yüzüme baka kaldı:
- Fakat Paşa Hazretleri yarım milyonun ölmesine ne lüzum var?
Başımızda siz olacaksınız ya... dedi.
- Benimle olmaz, beyefendi hazretleri yalnız benimle olmaz. Ne zaman
halkınızın yarım milyonu ölmeye karar verirse o vakit gelip beni ararsınız.
Falih Rıfkı ATAY, Çankaya
Atatürk,
Türk askerinin zekasına, uyanıklığına ve göreve bağlılığına hep hayranlık duymuş
ve takdir etmiştir. Aslında bunlar Türk insanının güzellikleridir. Bu
güzellikleri bir de bu ülkenin aydın sorumluluğu taşıyan insanları görebilse ne
güzel olacak. Atatürk ile bir nöbetçi arasında geçen aşağıdaki diyalog, Türk
askerinin zekasını yansıtması bakımından değerlidir.
İtalyanların Habeş Harbi sıralarında idi. Ege kıyılarında kıta ve
tahkimat komutanları çok titiz davranıyorlar, kıtaya herhangi bir yabancının
sızması olasılığına karşı erleri sık sık uyarıyorlardı.
Bu günlerin birinde Atatürk’ün teftişe geleceği haber alındı. Atatürk
beklenilen günde yanındaki erkanı ile geldi. Kıtaları teftiş edip dolaşmaya
koyuldu.
Savunma mevzilerinden birine giden yolun dönemecinde Atatürk
birdenbire durdu. Yanındakilere:
- Siz beni burada bekleyiniz, ben yalnız gideceğim, dedi.
Yanındaki komutanlar tereddütle birbirlerinin yüzüne baktılar. Fakat,
tabii bir şey söyleyemediler.
Atatürk patikanın kıvrımını döndü. Koruganın hakim bir noktasında
nöbet bekleyen Mehmetçiğe doğru yürüdü. Uzaktan gelen bir sivilin kendisine
doğru yürüdüğünü gören Mehmetçik hemen silahına davrandı. Daha fazla
yaklaşmasına izin vermeden gür sesi ile:
- Dur!... diye gürledi.
Atatürk bu kesin ihtar karşısında durarak:
- Sen beni tanımıyor musun? Ben kimim?
- Mustafa Kemal’sin komutanım.
- Peki sen benim Mustafa Kemal olduğumu biliyorsun da hala neden
yasak, diyorsun?...
Mehmetçik bir an durakladı. Herhalde teftişten haberi vardı. Fakat
onun bildiği Atatürk, yanında kalabalıkla gelirdi. Böyle yapayalnız gelmezdi.
Bir an daha düşündükten sonra kafasını salladı ve safiyetle yanıt verdi:
- Komutanım, Mustafa Kemal’sin Mustafa Kemal olmasına ama...
Düşmanların işine akıl sır ermez... Birini sana benzetir içeri sokarlar... Gözünü
seveyim sen şu bizim yüzbaşıyı al birlikte gel, o zaman nereye istersen git!
Atatürk, geri döndükten sonra komutanlara bunu anlattı. Bu mert ve
uyanık eri çavuşluğa yükselttirdi.
H. BESLEYİCİ, Atamız Atatürk s.97-98
Atatürk,
olaylara duygusal yaklaşmazdı. Kendisini daima olaya neden olan kişilerin
yerine koyarak onların hareketlerinin gerisinde yatan nedenleri araştırır ve
kararını ondan sonra verirdi. Devlet yönetiminde görev alanların kendilerini
mutlaka vatandaşın yerine koymalarını, kendilerine nasıl davranılmasını, nasıl
hizmet verilmesini isterlerse kendilerinin de vatandaşa aynı anlayışla
davranmalarını ve hizmet vermelerini isterdi. Kendine yabancı, halkına yabancı,
gerçeklerden uzak anlayışlı insanların toplumlarına yararlı olmaları mümkün
olmadığı gibi bir de halkta yöneticilerin şahsında devlete olan güvenin
sarsılması gibi çok olumsuz bir anlayışın doğmasına da neden olabilirler.
Aşağıdaki anekdot Atatürk’ün halka hizmet anlayışını yansıtması açısından
önemlidir.
Atatürk’e hakaretten sanık bir köylü hakkında kovuşturma yapılıyordu.
Durumu Ata’ya bildirdiler.
- Mahkemeye veriyoruz, dediler, size küfür etmiş.
Atatürk sordu:
- Ben ne yapmışım ona?
Soruşturma evrakını inceleyenler açıkladılar:
- Gazete kağıdı ile sardığı sigarayı yakarken kağıt tutuşmuş da ondan.
Bunu söyleyen o zamanın bakanlarından biridir. Bakana şu soruyu
yöneltmiş:
- Siz hiç gazete kağıdı ile sigara içtiniz mi?
- Hayır...
- Ben Trablus’ta iken içmiştim. Pek berbat şeydir. Köylü gene bana az
küfretmiş. Siz bunun için mahkemeye vereceğiniz yerde, ona insan gibi sigara
içmeyi sağlayınız.
H. BESLEYİCİ, Atamız Atatürk, s.95-96
Yurdumuzu
gezin görün, nerede bir yeşillik var, neresi nakış nakış işlenmiş biliniz ki ya
orası Mehmetçiğin kışlasıdır, ya da oraya Mehmetçiğin eli değmiştir. Sanmayın
ki o güzellikler önceden kalma; tamamı Mehmetçiğin emeğinin, zevkinin ve vatan
sevgisinin ürünüdür. Mehmetçiğin ayak bastığı her toprak parçası onun gelişiyle
vatanlaşmaktadır. Bütün bunlar Mehmetçiğin bir yönü; onun bir de itaatkarlığı,
azmi ve dayanıklılığı yönü var ki, onu da aşağıdaki anekdotta büyük Mehmetçik
Atatürk’ün kendi ağzından dinleyelim.
Bir gün Atatürk’e Türk askeri hakkında ne düşündüğünü sormuşlardı.
- Durun size bu konuda bir öykü anlatayım, diyen Atatürk, şu olayı
anlatıyor:
- Yıldırım Orduları kumandanı idim. Liman von Sanders Paşa da o sırada
kıtalarımızı teftişe gelmişti. Hastaneden yeni çıkmış bir eri de nasılsa
bölüklerin arasına karıştırmışlardı. Von Sanders:
- Canım böyle adamları da niye burayar gönderirler? diye söylenerek
hasta ve cılız eri göğsünden itti. Mehmetçik hemen yere yıkıldı.
Alman generali davasını ispatlamış olmanın gururu ile:
- İşte gördünüz ya, dedi. Düşmek için bahane arıyormuş...
O sırada Von Sanders’e bir azizlik yapmak aklıma geldi. Erin yanına
sokularak:
- Ne kof şeymişsin sen, dedim. Dikkat etsene, seni yere yuvarlayan
adam bizden değildi. Ne diye karşı durmadın. Şimdi yeniden yanına gelirse sıkı
dur. Gücün yetiyorsa bir kakma da sen ona vur.
Sonra da Von Sanders’e dönerek:
- Sizin güçsüz sandığınız er, boş bulunduğu için yere yıkılmış. Türk
askeri amir karşısında dünyanın en uysal askeri olur. Kendisine söyledim: “Hele
gelsin bak, bir daha beni yere yıkabilir mi?”, diyor.
Von Sanders askerlerle şakalaşmasını severdi. Gülerek aynı askerin
yanına geldi. Fakat eliyle dokunur dokunmaz, o güçsüz askerden göğsüne öyle bir
kakma yedi ki, hemen sırtüstü yuvarlandı. Von Sanders Mehmetçik’in bu karşı
koymasına kızmamış, bilakis Türk erine karşı hayranlığı artmıştı. O kadar ki
yerden kalkınca ilk işi Türk erinin elini sıkmak oldu.
Atatürk:
- İşte Türk askeri budur, diyerek sözlerini bitirdi.
H. BESLEYİCİ, Atamız Atatürk, s.89-90
İnsanlar
hayatlarında başarılı olmak istiyorlarsa mutlaka üst düzeyde sorumluluk
duygusuna sahip olmalıdır. Sorumluluk almaktan çekinenler kendilerine ve çevresine
en fazla zarar veren ve aldıkları görevde başarılı olamayan, dünyaya geliş
nedenini de kavrayamamış insanlardır. Ülkemizin kurtuluşunda, kuruluşunda ve
bugünkü düzeyine gelmesinde en büyük pay sorumluluk bilinci yüksek, kendini
ulusuna ve geleceğe adamış insanlarındır. Atatürk’te bu duygular çocukluğundan
itibaren mevcuttu. O, ulusuyla, onun sorunlarıyla yatmış kalkmış, hayatını buna
adamıştır. Asla sorumluluktan kaçmamıştır. Aşağıdaki anekdot da O’nun bu
özelliğini yansıtan güzel örneklerden birisidir.
Çanakkale Savaşı’nın en amansız günüydü. Mustafa Kemal 34 yaşında
Arıburnu’nda İstanbul’u karadan çevirip almak isteyen düşmanların karşısındaydı.
25 Nisan günü İngilizler Arıburnu’na asker çıkarmaya başlamışlardı.
Orada bulunan küçük birlik geri çekiliyordu. Bunu gören Mustafa Kemal,
karşılarına dikildi:
- Nereye gidiyorsunuz?
- Efendim, düşman...
- Nerede?
- İşte
261 rakımlı tepede düşman çıkarma yapıyordu. Bizim birliklerden daha
yakındı. Kaybedecek zaman yoktu.
- Düşmandan kaçılmaz.
- Kurşunumuz kalmadı.
- Süngünüz var ya... Süngü tak!... İleri?...
Mehmetçikler, büyük komutana uymuş, süngü takmışlardı. En uygun
noktaya geldiler.
- Yat...
Düşman askerleri, karşılarında ateşe hazır Türk kuvvetlerini görünce
sindiler ve ateşe başladılar. Zaman kazanılmıştı. Mustafa Kemal yanındaki
subayı gerideki birliklere haberci gönderdi. Yetişen Mehmetçikler düşmanı
püskürttü.
Hadi BESLEYİCİ, Atamız Atatürk, s.116-117
ATATÜRK
kendisini ulusunun hizmetkarı gören, ulusuna aşık, ender insanlardan biridir.
O, ulusunun acı ve sıkıntılarını yüreğinde hisseden, bu sıkıntıları aşması için
sürekli mücadele eden, insanların gülümsemelerinde en büyük mutluluğu bulan
Türk ve Türkiye sevdalısı bir insandır. O, Türkiye’nin gülen, mutlu, sevinç
çığlıkları atan çocuklarını Türkiye’nin gelecekteki yüzü olarak görmektedir.
Aşağıdaki anekdot bu bakış açısını yansıtan güzel örneklerden birisidir.
İzmir Hakimiyeti Milliye Okulu’nda öğretmendim. Okulumuz bir çocuk
balosu hazırlamıştı. Çok mutlu bir rastlantı ile o gün Atatürk de İzmir’de
bulunmaktaydı. Onu da davet ettik.
“Acaba gelecek mi?” diye hepimiz heyecan içindeydik. Sonunda “Geliyor”
denildi.
Koştuk, karşıladık. Gülümseyen bir yüzle ellerimizi sıktı. Yanında
yaverler, paşalar vardı. Koca salon heyecandan karmakarışık olmuştu. Büyük
küçük herkes onu yakından görmek, sesini duymak için çırpınıyordu. Zorlukla
ortalığa bir düzen verdik. Öğrencilerden Ali ortaya geldi. Çocuk heyecandan
bocalıyor, bir şeyler bulup söyleyemiyordu. Derken küçük Ali coştu. Kendinden
geçti. Kollarını ona doğru uzatarak içten gelen bir sesle:
- Senin ismini andıkça, senin resmine baktıkça, seni karşımda görünce
damarlarımda bir şeylerin kaynadığını duyuyorum. Ah! Seni doya doya öpmek
istiyorum, diye haykırdı.
O zaman o da kollarını açarak:
- Öyleyse gel öp! dedi.
Ali koştu, boynuna atıldı. Öteki çocuklar dururlar mı?
- Biz de, biz de!
Diye bağrışarak koştular. Kucağına atıldılar. Öptüler, öptüler.
Heyecandan, sevinçten ağlıyorduk. Yaverler, paşalar ve hatta kendisi bile...
Evet, yaptığı harblerin heyecanı, kazandığı zaferlerin sevinci belki
onu ağlatmamıştır. Fakat bu bir avuç Türk yavrusunun içten gelen coşkunluğu onu
sarsmış, heyecandan gözlerini bulandırmıştı. Gözlerine dolan yaşları tutmak
için dudaklarını ısırdı. Sonra heyecandan titreyen bir sesle yanındakilere hiç
unutamayacağım şu sözleri söyledi:
- İşte benim neslim bunlar!
Hadi BESLEYİCİ, Atamız Atatürk, s.99-100
Türk
milleti tarihi boyunca büyük savaşlar kazanmış, büyük ülkeler fethetmiş,
sayısız devletler kurmuştur. Ancak, tarihte bunları başarıp da kendisini
unutan, bütün başarılarında başka ulusları yararlandıran “nasıl olsa bu bende,
bundan bana kötülük gelmez” mantığıyla kendisini ihmal eden, yoksul ve cehalete
mahkum eden, kendisine itaat etmeyeceğini veya kendisinden ayrılacağını
düşündüğü azınlıklara varını yoğunu yediren başka bir millet de yoktur. Ne
yazıktır ki bu hatamızı Osmanlı Devleti’nin son döneminde azınlıkların
içlerinde sopayla kovulup Anadolu’ya döndüğümüzde anladık. Ama o Anadolu ki
bütün bunlara rağmen kucak açmasını bildi. Atatürk “Onun içindir ki Türkiye’ye
ve Türklüğe karşı olan görevlerimiz bitmemiştir” diyor. Aşağıdaki anekdot
Türklüğün ihmalini yansıtan güzel bir örnektir:
Tarihimiz sayısız savaşlarla doludur. Biz bu savaşlardan baş kaldırıp
ne memleketi imar edebilmiş, ne de kendimiz refaha kavuşmuşuzdur. Bunun sebebi,
bizim suçumuz olduğu kadar düşmanlarımızın da suçudur. Çünkü başta Ruslar olmak
üzere düşmanlarımız hep şöyle düşünürlerdi:
- Türklere rahat vermemeli ki, başka sahalarda ilerleyemesinler...
Bunun için de sık sık başımıza belalar çıkarırlar, savaşlar açarlar,
balkan milletlerini “İstiklal” diye kışkırtırlardı.
Biz böyle durmadan savaşırken de o zamanlar askere alınmayan gayri
müslimler zenginleşirlerdi.
Onların neden zengin, bizim neden fakir kaldığımızı bir köylü,
Atatürk’e verdiği kısa bir cevap ile çok güzel açıklamıştır.
Atatürk, Mersin’e yaptığı seyahatlerden birinde, şehirde gördüğü büyük
binaları işaret derek sormuş:
- Bu köşk kimin?
- Kirkor’un...
- Ya şu koca bina?
- Yargo’nun...
- Ya şu?
- Salomon’un...
Atatürk biraz sinirlenerek sormuş:
- Onlar bu binaları yaparken ya siz nerede idiniz? Toplananların
arkalarında bir köylünün sesi duyulur:
- Biz mi nerede idik? Biz Yemen’de, Tuna Boyları’nda, Balkanlar’da,
Arnavutluk Dağlarında, Kafkaslar’da, Çanakkale’de, Sakarya’da savaşıyorduk
paşam...
Atatürk bu anısını naklederken:
- Hayatımda cevap veremediğim tek insan bu ak sakallı ihtiyar
olmuştur, der dururdu.
Niyazi Ahmet BANOĞLU, Atatürk’ün
Nükteleri-Fıkraları-Hatıraları, s.18
“YA KABİLİYETSİZ BİR MİLLETİN BAŞINDA OLSAYDIM!..”
Atatürk,
Türk milletinin yeteneklerinden asla şüphe etmemiştir. O, bu yeteneklerin
küllenmesine neden olan yanlış bir takım geleneklerin, anlayışların,
hurafelerin atılmasıyla ve milletin gelişmesini kendi çıkarlarına uygun
bulmayan uygarlık düşmanı tutucu ve gericilerin faaliyetlerinin yok edilmesiyle
Türk’ün bilim, teknoloji ve sanata ilişkin bütün yeteneklerinin tekrar
uygarlığa ışık tutacağına inanıyordu. İnkılaplarıyla da bu yolu açmıştır. O,
düşünüşün ve düşüncenin önündeki engelleri kaldırarak her Türk yurttaşının
aklıyla hareket etmesinin yolunu açmıştır. O biliyordu ki aklıyla hareket
edenleri kullanmak mümkün değildir. Aşağıdaki anekdot O’nun Türk insanının
aklına verdiği önemi gösteren örneklerden birisidir.
1937 yılında bir Eylül akşamı, on arkadaş iki sandala binerek
Florya’da geziyorlardı. Bir aralık deniz köşkünden bir sandalın kendilerine
doğru geldiğini farkettiler. Herkes gürültüyü kesmişti. Ata’mızın gür, aynı zamanda
müşfik sesi duyuldu:
- Çocuklar, eğlentiniz çok hoşuma gitti. Aranızda bulunmayı arzu ettim.
Gençler bu ani ziyaretten son derece memnun ve heyecanlı derhal
Ata’nın bizzat kullandığı sandalı aralarına alıyorlar. Üç sandal mehtaba karşı
yol alıyor.
Ata:
- Aferin çocuklar, Türk gençleri hem çalışmasını, hem eğlenmesini
bilmelidir. Memleket sizindir. Çalışın ve eğlenin, diyor.
Gençler hep bir ağızdan bütün millet gibi kendilerinin de minnettar
oldukları bu güzel vatanın güzelliklerinden O’nun sayesinde yararlandıklarını
tekrar tekrar söyleyince, Atatürk yine:
- Çocuklar, diyor, ben bu inkılabı sizin babanızla, dayınızla,
ananızla velhasıl bütün vatandaşlarınızla yaptım. Bu sizin hakkınız. Ancak,
görüyorum ki, bana karşı güveniniz çok kuvvetli. Size bir soru soracağım:
Kabiliyetsiz bir milletin başında bulunsaydım, bu inkılabı yapabilir miydim?..
İçlerinden Sadi adında biri atılıyor:
- Atam, diyor, sen kabiliyetsiz bir milletin başına gelemezdin. Çünkü,
kabiliyetsiz milletten böyle şef çıkmaz!..
Ata, heyecanla ayağa kalkarak bu gencin elini sıkıyor ve:
- Bunu söylemenizi bekliyordum, diyor.
Niyazi Ahmet BANOĞLU, Nükte ve Fıkralarla Atatürk,
s.516-517
Atatürk,
Türk insanının zekasını ve çalışkanlığını takdir eder, hangi ortamda olursa
olsun zeki insanlara ve onların zekice cevaplarına hoşgörüyle yaklaşırdı. O,
düşünce ve yaklaşımlarıyla Türk insanının zekasının gelişimine engel olmamış
aksine engel olmak isteyenlere ve onların düşüncelerine karşı mücadele
etmiştir. Aşağıdaki anı Türk insanının zekice davranışı karşısında O’nun
tavrını göstermesi açısından güzel bir örnektir.
Bir gün bir köylü Atatürk’ün Orman Çiftliği sınırları içindeki bir
tarlayı, kendi tarlasıymış gibi sürüyordu. Onu gördüler. Uyardılar,
dinletemediler. Bunun üzerine Atatürk’e söylediler.
Atatürk denetlemeye çıktığı zaman o tarafa gitti. Yanındakiler toprağı
sürmekte olan köylüyü göstererek:
- İşte budur, dediler.
Atatürk yavaş yavaş ona doğru yürüdü; yaklaşınca sordu:
- Burada ne yapıyorsun?
Köylü gülümsüyordu. Son derece sevip saydığımız, fakat asla
korkmadığımız bir insan karşısında nasıl durursak köylü de öyle duruyordu.
Sakin bir sesle cevap verdi:
- Tarlayı sürüyorum.
- İyi ama, bu tarla senin midir?
- Değildir.
- Kimindir?
- Atatürk’ündür!..
Köylü bu cevapları vermekle suçu kabul etmiş oluyordu. Bu itibarla
dava kaybolmuş demekti. Atatürk, kendi toprağına tecavüz edildiği için değil,
haksızlık yapıldığı için sertlendi ve sordu:
- İyi ama, sen başkasına ait bir toprağın ona sorulmadan ve izin
alınmadan sürülüp ekilemeyeceğini bilmiyor musun?
Köylü hiç telaş etmiyordu. Aynı sükunetle dedi ki:
- Biliyorum, fakat benim bu tarlayı sürüp ekmeye hakkım vardır!
Atatürk’ün kaşları çatıldı, büyük bir merak ve hayretle ona sordu:
- Bu hakkı nereden alıyorsun?
- Çok basit... Atatürk bizim babamız değil midir? İnsan babasının
tarlasını sürüp ekerse kabahat mi işlemiş olur?
Atatürk’ün yüzünde takdir ve sevgi duygularının en coşkununu anlatan
engin bir gülümseme oldu; köylünün sırtını okşadı ve:
- Haklısın!.. diyerek uzaklaştı.
N.A. BANOĞLU, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, s.99-100
Uygar
insan, kin ve nefret duygularından uzak sevgiyi kendisine hareket noktası olarak
seçmiş insandır. Bu nedenledir ki Atatürkçü eğitim anlayışında sevgi hep ön
planda olmuştur. Kendisiyle barışık, başkalarıyla barışık, doğayla barışık...
İşte Atatürk’ün görmek istediği Türk insanı. Aşağıdaki anekdot O’nun bu güzel
anlayışını yansıtan örneklerden biridir.
Tarihçi Ahmet Refik, bir süre önce bir tartışma nedeniyle Atatürk’le
aralarında meydana gelen gerginliğin, yakın çevresindekiler arasında bir
dedikodu konusu yapıldığını biliyordu.
Bir gece, birdenbire onu Atatürk’ün Yat Kulüp bahçesinde beklediğini
söylediler. Ahmet Refik, Atatürk’ü bekletmiş olmamak için smokinini giymiş,
fakat tıraş olmaya vakit bulamadan onun masasına gelmişti.
Çevredekiler merakla izlerken Atatürk ona:
- Buyurunuz beyefendi, dedi ve tam karşısında Nuri Conker’in yanına
oturttu.
Şakacı arkadaşı Nuri Conker, Ahmet Refik’i Atatürk’e gösterdi:
- Paşa, çenesindeki şu bir karış sakala bakınız, dedi.
Atatürk Ahmet Refik Bey’e dönerek:
- Beyefendi, Conker’e bakmayınız. O, insanın başındaki kütüphaneyi
görmez de çenesindeki sakalı görür.
Böylece birkaç hafta önceki olayın gerginliği bir anda silinivermiştir.
K. ARIBURNU, Atatürk ve Anekdotlar, Anılar s.29
Atatürk,
her zaman doğru sözlü insanları takdir etmiş, kişisel duygularını devlet
işlerine karıştırmamış, devlet işlerinde yalnız akıl ve mantık çerçevesinde
hareket etmiştir. O, ülkenin ve ulusun çıkarları söz konusu olduğunda tavır ve
davranışlarını beğenmediği yetenekli insanlardan bile yararlanmasını bilmiştir.
Başkalarına yaranmak için kendi kimliğini ve kişiliğini gizleyen insanları
çevresinde tutmamaya daima özen göstermiştir. Aşağıdaki anekdot O’nun devlet
işlerinde duygularına yer vermediğini göstermesi açısından önemlidir.
Dolmabahçe Sarayı’nda bir akşam Dr. Reşit Galip eğitim sorunlarını
eleştirirken sert bir dil kullanıyor. Atatürk:
- Reşit Galip, Esat Bey benim hocamdır. Soframda hocam hakkında böyle
konuşmanı istemem.
Deyince Reşit Galip tereddütsüz:
- Burası sizin değil, milletin sofrasıdır. Biz saraydayız ama, hocanız
sultan hocası değildir. Cumhuriyette eleştiri serbesttir, diye başlayınca
Atatürk:
- Sofradan kalk! emrini veriyor, Reşit Galip hiç aldırmayınca, Ata:
- O halde ben kalkarım, diye sofrayı terk ediyor. Sofradakiler de
dağılmaya hazırlanırken, yaver şu emri getiriyor:
- Cumhurbaşkanı hazretleri kendileri varmış gibi sofranın devamını
rica ediyorlar.
Ertesi sabah Reşit Galip, Ankara’ya hareket ediyor. Fakat aradan çok
geçmeden Milli Eğitim Bakanı oluyor.
N. A. BANOĞLU, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, s.235
Türk
köylüsü Osmanlı devlet anlayışı nedeniyle yüzyıllar boyunca kendisini padişah-halifenin
kulu olarak görmüş, her istenileni itiraz etmeksizin yerine getirmiştir.
Yaşadığı sorunları ise devlet görevlilerine yansıtmadan kendi içerisinde
çözmeye çalışmıştır. Çünkü kendisine aşılanan yanlış düşüncelerle itaatkar
olmayı öğrenmiş ve devlet görevlisini ulaşılmaz kişiler olarak görmüştür.
Atatürk’le birkaç köylü arasında geçen aşağıdaki konuşma, Osmanlı yönetiminde
halkla devlet görevlileri arasındaki mesafeyi çok iyi göstermektedir:
Bir gün Akşehir civarında bir köye gittim. Çok yağmur yağıyordu ve
soğuk vardı. Kendimi belli etmeyerek, bir evin önünde duran kadına: Bacı yağmur
var, soğuk var. Beni çatın altına kabul eder misin, dedim. Hiç tereddüt
etmeyerek, buyrun dedi ve beni bir odaya aldı, odada ateş olmadığı ve yeni bir
ateşin yakılması uzun zaman alacağı için:
“İsterseniz bizim odaya gidelim. Orada hazır ateş var” dedi. Gittik.
Daha sonra, komşulardan birkaç kadın ve birkaç erkek geldi. Beraberce konuşmaya
başladık. Konuşurken bana en önemli soruları soranlar kadınlar oldu. Askerin
vaziyetini, düşmanın halini, en önemli düşmanın hangisi olduğunu sordular ve
bunları sorarken hiçbir telaş ve çekinme göstermediler. İnsanca konuştular.
Fakat, biraz sonra, benim kim olduğumu anlayınca, telaş gösterdiler ve
söyledikleri, sordukları şeylerden kendilerine zarar geleceğini zannederek
korktular! Çünkü şimdiye kadar resmi bir adamla açıkça konuşmanın büyük bir
kabahat olduğuna inandırılmışlardı.
Niyazi Ahmet BANOĞLU, Atatürk’ün
Nükteleri-Fıkraları-Hatıraları s.14
Demokratik
yapıya sahip hukuk devletini keyfi yönetime sahip monarşik veya teokratik
devletten ayıran en önemli faktör; kim olursa olsun herkesi yasalar karşısında
eşit kabul etmek ve kimseye ayrıcalık tanımamaktır. Atatürk de bu anlayışı
Türkiye’de yerleştirmeye çaba göstermiş, herkesin hukuka, adalet sistemine
saygı göstermesi gerektiğini vurgulamıştır. Aşağıdaki anekdot bu anlayışa
yönelik güzel bir örnektir.
Atatürk bir Balıkesir gezisinde, kendisine Milli mücadelede hizmetler
etmiş birinin başvurusu ile karşılaştı. Adam bir konuda yanlış hüküm giydiğini
söyleyerek yakındı.
Atatürk:
- Haklısın, konuyu ben de biliyorum, dedikten sonra yanında bulunan
bir adliye subayını çağırdı. Konuyu anlattı. Düzeltilmesini istedi.
Müfettiş onu dinledikten sonra:
- Efendimiz, dedi, karar bütün adli sıralardan geçtikten sonra
tamamlanmıştır. Hükmün yerine getirilmesinden başka yasal yol yoktur, dedi.
Atatürk:
- Ama ben söylüyorum, bu iş haksızlık. Çünkü ben işin usulünü
biliyorum, dedi.
Genç Adliye müfettişi:
- Efendimizin beyanı yasa önünde bir değişiklik yapamaz. Adliye
Bakanlığı’nın da bir şey yapmasına olanak yoktur.
O anda ortada soğuk bir hava esti. Şimdi bir fırtınanın kopacağı
sanılıyordu. Fakat Atatürk sakin bir şekilde sordu:
- Peki bir adli hata olursa yasa bunun düzeltilmesini sağlayamaz mı?
- Yeni bir delille mahkemenin yinelenmesi istenebilir.
O zaman Atatürk başvuru sahibine döndü:
- Beni tanık olarak göster. Onda yeni deliller bulunduğunu öğrendim,
diye iddia et. Ben mahkemeye gider, sana tanıklık ederim, dedi.
Sonra da Müfettişe döndü:
- Size teşekkür ederim, dedikten sonra yeniden başvuru sahibine dönüp:
- Neden zamanında başvurmadın. Zamanında gelir tanıklık ederdim. Boş
yere mahkemeleri de meşgul etmezdin. Her vatandaş hatta Cumhurbaşkanı bile
adalete saygı göstermek zorundadır.
H. BESLEYİCİ, Atamız Atatürk, s.110-112
Atatürk,
askerlik yaşamının her anını cephenin sıcak ateşiyle iç içe geçirmiştir. En ön siperlerde
kimi zaman Mehmetçiklerin yanında kimi zaman önünde olmuş, cephenin acılarını,
sevinçlerini, zorluklarını, ateşini onlarla paylaşmıştır. O, kararlığıyla,
cesaretiyle, sevgisiyle, bilgisiyle, öngörüsüyle Mehmetçiklerin efsanelerine
konu olmuştur. Mehmetçik O’na inanmış, O’nunla zaferi mutlak görmüştür.
Atatürk’ün, cephede komutanlar ve Mehmetçiklerle iç içe oluşunu, Yunan
Başkomutanı Trikopis kendi yenilgilerinin gerçek nedeni olarak görmüştür.
Aşağıdaki anekdot bu anlayışa güzel bir örnektir.
Büyük Taarruz esnasında Gazi’nin yanında bulunan arkadaşlar, Yunan
Kuvvetleri Komutanı General Trikopis’in Başkomutan Çadırı’na nasıl
getirildiğini şöyle anlattılar:
Trikopis, diğer esir kolordu ve tümen komutanları ile birlikte
Gazi’nin huzuruna çıkarıldıkları zaman, hepsi çok heyecanlı ve bitkin halde
imişler. Gazi, bunları oturtmuş, kendilerini teselli için bu gibi yenilgilerin
tarihte örnekleri olduğunu, sevk ve idareyi eksiksiz yapmış iseler vicdanen
rahat olabileceklerini söylediği zaman, Trikopis:
- Askeri görevimi tamamen yaptığıma eminim. Fakat asıl görevimi
maalesef yapamadım” diye intihar edemediğini anlatmak isterken, Gazi:
- O size ait bir düşüncedir” diye sözünü kesmiş ve harita üzerinde:
- Şurada bir tümeniniz vardı. Niçin onu şuraya almadınız. Filan
yerdeki kuvvetlerinizi falan yere sürseydiniz daha iyi olmaz mıydı? Gibi bazı
eleştiriler yapmış, Trikopis:
- Ben öyle hareket etmek için emir verdim. Fakat (yanındaki Kolordu
Komutanı’nı göstererek) bu yapamadı” demiş.
Bu görüşmeler olurken esir komutan yavaşça yanında bulunan
subaylarımızdan birine:
- Bizim ile konuşan bu general kimdir? diye sormuş, subay:
- Başkomutan Mustafa Kemal, deyince adam hayrete düşmüş:
- Şimdi anladım biz niçin mağlup olduk! Bizim Başkomutan İzmir’de
vapurda oturuyordu, diyerek derdini dökmüş.
Em.Tümg. Muzaffer ERENDİL, İlginç Olaylar ve
Anekdotlarla Atatürk, s.43
Ulusların yeryüzündeki konumları, ekonomik ve
siyasi güçleri ne olursa olsun onur bakımın-dan birbirlerine üstünlükleri
yoktur. Her insan kendi ulusunun onuruna duyduğu saygıyı diğer u-luslar için de
göstermek zorundadır. Bu aynı zamanda insan olmanın gereğidir. Atatürk, kendi
ulusunun onurunu her şeyin üzerinde tuttuğu gibi savaş meydanlarında savaştığı
ulusların onuruna da gerekli saygıyı göstermesini her zaman bilmiştir. O,
asırlarca ihmal edilmiş, cehalet ve yoksulluğa mahkum edilmiş bir ulusun evladı
olmayı kompleks yapmamış, aksine “Ne Mutlu Türküm diyene” demek suretiyle
övüncünü dile getirmiştir. Bu özdeyiş ırkçılığın değil, ulus sevgisinin
ürünüdür. O’nun bu özdeyişi aynı zamanda, asırlarca bu milletin emeğiyle
geçinip sonra da onu küçümseyenlerin suratlarında bir tokat olmuştur. Aşağıdaki
anekdot bu anlayışa güzel bir örnektir.
Mustafa Kemal 5. Ordu’da Arap
ırkından olan askerlere özel muamele yapıldığını ve Anadolu çocuklarından üstün
tutulduklarını gördükçe üzülüyordu.
- Osmanlılığın telkin ettiği, bu
aşağılık duygusundan ne zaman kurtulacağız?
diyordu. Aynı ızdırabı ben de duyuyordum. Yafa’da Mustafa Kemal’in
bölüğünde alaydan yetişmiş, Makedonya Türklerinden yaşlı bir yüzbaşı vardı.
Yüzbaşı Anadolu’lu kıt’a çavuşlarına kötü davranıyor yeni Arap erlere karşı ise
gereğinden fazla tolerans gösteriyordu. Onların azarlanmasına, hırpalanmasına
gönlü razı olmuyordu.
Mustafa Kemal, başından geçen bir
olayı şöyle anlattı:
- Bir gün Makedonyalı yüzbaşı kıt’a
çavuşlarından birini bölük komutanı odasına çağırdı. Müfit’le ben de orada
idik. Çavuş sağlam yapılı ve yakışıklı bir Türk delikanlısı idi. Yüzbaşı,
gencin onurunu kıracak şekilde azarlamaya başladı. Delikanlıdan çok mensup
olduğu ırka hücum ediyordu:
- Sen, diyordu, nasıl olur da yüce
Arap ırkına mensup peygamber efendimizin mübarek soyundan gelen bu çocuklara
sert davranır, ağır sözler söylersin? Kendini iyi bil, sen onların ayağına su
bile dökemezsin...
Gibi gittikçe manasızlaşan sözlerle
hakaret ediyordu. Sesi yükseldikçe yükseliyordu. Çavuşun yüzündeki ifadeye
baktım. Önce bir babaya duyulan saygının samimiyeti okunan çizgiler
sertleşmeye, içten gelen bir isyanın ateşleri gözlerinden okunmaya başladı,
fakat gerçek itaatin sembolü olan Türk askeri gibi iç duygularını gemlemeye
çalıştı. Göz pınarlarından tanelenen yaşlar yanaklarından döküldü.
Dayanamadım.
- Yüzbaşı efendi susunuz!
Diye bağırdım, birden şaşırdı,
sözlerinin bizden onay görmesini beklediği anlaşılıyordu.
- Yoksa fena bir şey mi söyledim?
dedi, ben de,
- Evet, çok fena hakaret ettiniz, buna
hakkınız yok, bu erlerin bağlı bulunduğu Arap kavmi bir çok bakımdan yüce
olabilir, fakat senin de benim de, Müfit’in de ve çavuşun da mensup olduğumuz
ırkın da büyük ve asil bir millet olduğu, asla inkar edilemez bir gerçektir.
Yüzbaşı başını önüne eğdi,
utanmıştı.
Yıllar sonra, bir gün Ankara’da
beni de şahit göstererek anlattığı bu gerçek olay karşısında görüşü şu idi:
“Bu ve buna benzer olaylar, Türk
aydınlarının kendi kendisini bilmemesinden ve başka milletlerde şu veya bu sebeple
üstünlük olduğunu sanarak, kendini onlardan aşağı görmesinden doğmaktadır. Bu
yanlış görüşe son vermek için Türklüğümüzü bütün asaleti ve tarihi ile tanımak
ve tanıtmak şarttır.”
Mustafa Kemal’in, Türk Tarih
Kurumu’nu kurmasının en büyük nedeni bu asil düşüncede aranmalıdır. Atatürk,
Türk Milleti’nin asaletine, büyüklüğüne bütün Türklerin inanmasını ve bunu
iftiharla savunmasını hayatı boyunca amaç edinmiştir, milletine:
“Ne mutlu Türküm diyene”
hitabıyla seslendiği zaman, buna varlığı ve
içtenliği ile inanmıştı:
Ali Fuat CEBESOY, Sınıf Arkadaşım Atatürk
Başarıyı önleyecek engelleri kaldırdığın
zaman başarı kendiliğinden gelir diye düşünen Atatürk, başarısızlık diye bir
şey tanımazdı. Ülkenin üzerine kara bulutların çöktüğü, herkesin umutsuzluk
içerisine düştüğü işgal yıllarında bile O, umutsuzluğa düşmeyerek Bağımsızlık
Savaşı’nı başlatma cesaretini göstermiştir.
Atatürk’ün bu derece kendisine
güvenmesinin nedeni, Türk ulusunun düşkün ve onursuz bir yaşamı kabullenemeyeceğine,
varını yoğunu özgürlüğü için vermekten çekinmeyeceğine olan inancıdır. Karamsar
olanlar, umutları bitik olanlar bu ulusu tanımayanlardı. Tanısalardı özgürlük
uğruna bu ulusun bütün yoklukları yeneceğini bilirlerdi. Aşağıdaki anekdot
Atatürk’ün bu konudaki görüşlerini yansıtan güzel bir örnektir.
Kurtuluş Savaşı başladığı sırada Atatürk’e dediler ki:
- Nasıl mümkün olur? Ordu yok!
Atatürk hemen cevap verdi:
- Yapılır!
- İyi ama, bunun için para lazım... O da yok?
- Bulunur!..
- Diyelim ki bulduk, düşmanlarımız hem büyük, hem de çok!
- Olsun, yenilir!..
O, dediklerinin hepsini yaptı. Yapamayacağı şeyi asla söylemedi. Bir
liderin kendisini milletine sevdirebilmesi için belki ilk şart bu değil midir?
A.N.BANOĞLU, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, s.87.
GERİ GÖNDERİNİZ!...
Padişah
Vahdettin, kendi taht ve tacını kurtarmak uğruna, Anadolu’da başlayan
Bağımsızlık Savaşı’nın yok edilmesi dahil, düşmanların her isteğini yerine
getirerek kendi ulusuna ihanetten çekinmemiştir. Ne ilginçtir ki, Bağımsızlık
Savaşı’nın başarıyla sonuçlanacağı kesinleşince aynı Vahdettin, ihanetlerini
unutturmak ve tahtını kurtarmak hesabıyla hanedan ailesinden bir şehzadeyi
Bağımsızlık Savaşı’nı destekliyor izlenimi yaratmak düşüncesiyle Anadolu’ya
gönderme girişiminde bulunma kurnazlığını da göstermiştir.
Bağımsızlık Savaşı’nı isyan olarak gören,
Atatürk ve arkadaşlarının idamını onaylayan, halkın dini duygularını Halife
sıfatıyla sömürerek kardeşi kardeşe düşüren, Sevr Antlaşması’nı kabul ederek
Türk yurdunun parçalanması projesine evet diyen Vahdettin’in bütün oyunları
Atatürk’ün zeka duvarından geri dönmüştür. Aşağıdaki anekdot bu bakımdan
oldukça ilginç bir örnektir.
1921 Haziran’ında Ankara’daki Milli Devlet, Birinci ve İkinci İnönü
Zaferlerini kazanmış, İngiltere ve Fransa ile görüşmeler yapılmış; varlığını
bütün dünyaya tanıtmış bulunuyordu.
O zamana kadar saltanatı kurtarmak için düşmana yaranmak ve bu amaçla
Türk milletinin zincire vurulmasına bile razı olmaktan başka çare görmeyen
padişah şüpheye düştü:
- Ya milli hükümet bu davayı kazanırsa? O zaman Osmanlı sülalesi suçlu
görülmeyecek mi? Her ihtimale karşı bir şehzadeyi Anadolu’ya yollamalı, Milli
Mücadelede Osmanlı sülalesinin de payı olduğunu iddiaya hak kazanmalı!...
Veliaht Mecit Efendinin oğlu Şehzade Faruk, bir vapura bindirildi;
İstanbul’la Ankara arasında en kısa yolun başlangıcı olan İnebolu’ya gönderildi.
İleriyi göremeyenler için bir şehzadenin Ankara’ya gelmesi, Türk
milletinin hiç olmazsa manevi kuvvetini artırırdı; halbuki saltanat en büyük
bela idi.
Şehzadenin geldiği Ankara’ya bildirildi; ne yapılacağı soruldu.
İçişleri Bakanı şu emri verdi:
- Şehzadeyi, layık olduğu tören ve saygıyla İnebolu’ya çıkarınız!
Şehzade Faruk, Anadolu toprağına ayak bastı; onun şerefine İnebolu
kasabası bayraklarla donatıldı; her tarafta şenlik havası vardı.
Atatürk bunları öğrenince tehlikeyi sezdi; hükümet adına verilmiş ve
uygulanmış olan emre rağmen kendi imzasıyla İnebolu’ya şu telgrafı çektirdi:
“Şehzadenin hemen vapura bindirilerek İstanbul’a geri gönderilmesi”
Bu telgraf, mevcut tehlikeyi göremeyen ile ufkun ötesini görenin
farkıydı.
A.N. BANOĞLU, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, s.90-91
Kin ve
nefret, insan duygusunun en olumsuz yanlarını oluşturur. İnsanlığın mutluluğu
bu duyguların yerini hoşgörüye bırakmasıyla olağandır. Sömürgeci ulusların
saldırısına uğrayan mazlum bir ulusun önderi olan Atatürk, savaş meydanlarında
bile sevgi ve hoşgörü duygusundan ayrılmamıştır. O, düşmanların yöntemleriyle
hareket etmemiş, davranışlarıyla ulusların onurunun kutsallığını ortaya
koymuştur. Aşağıda yer alan iki anekdot Atatürk’ün bu husustaki duyarlılığını
yansıtması açısından önemlidir.
30 Ağustos 1922 günü sabahı Başkumandan Mustafa Kemal cephede
dolaşırken binlerce insan ve hayvan cesedi karşısında duygulanmış ve şunları
söylemişti:
- Bu korkunç manzara bütün insanlığı utandırabilir. Ama bu, meşru bir
vatan savunmasının doğal sonucudur. Fakat Türkler başka milletlerin vatanlarına
aynı şeyi yapmayacaklardır. Bizi buna zorladılar.
Yerde yatan bir Yunan bayrağını görünce de:
- Bunu yerden kaldırınız, bayrak, dedi, bir milletin bağımsızlık
sembolüdür. Düşmanın da olsa saygı gerekir.
H.BESLEYİCİ, Atamız Atatürk, s.114-115.
Atatürk İzmir’in kurtuluşunda halkın coşkun gösterileri arasında kalacağı
evin önüne gelince, kapının önüne serilmiş bayrağı görünce durdu: Bu, ipekten
kocaman bir Yunan bayrağı idi. Üzerine basılarak geçilecek bir yol halısı gibi
serilmişti:
Kapıdaki kalabalık halk yalvarıyordu:
- Buyurunuz, geçiniz. Bizim öcümüzü alınız! Yunan Kralı, bu evden
içeri, bizim bayrağımıza basarak girmişti. Siz lütfedin. Bu karşılıkla o lekeyi
silin! Burası sizin şehrinizdir. Bu ev sizin evinizdir. Bu hak sizindir.
Atatürk, o yerde serili bayrağın önünde, bulunduğu noktada kaldı.
Çevresindekilere tatlılıkla baktı.
- O, geçmişse hata etmiş. Bir ulusun bağımsızlık simgesi olan bayrak
çiğnenmez. Ben onun yanlışını tekrar edemem.
Bayrağı yerden kaldırttı, bembeyaz mermerlere basarak içeri girdi.
A.H. PAR, M.A. ÖNEN, Atatürk’ü Anlamak, s.106.
Atatürk
gerek Kurtuluş Savaşı döneminde gerekse daha sonraki dönemde aldığı her
kararda, yaptığı her işte yasal bir dayanak aramış, keyfi ve kanunsuz hiçbir
eyleme girişmemiştir. Attığı her adımda devlet adamı sorumluluğunu unutmamış ve
ülkede yasaların üstünlüğü ilkesini yerleştirmeye çalışmıştır. Mahkeme kararı
olmaksızın “yargısız infaz” yapılmasına asla izin vermemiştir. Aşağıdaki
anekdot O’nun bu yöndeki yaklaşımına güzel bir örnektir.
Erzurum Kongresi sırasında, İstanbul Hükümeti’nin yeni atanmış bir
valisinin kimliği üzerinde konuşurken Mustafa Kemal Paşa der ki:
- Eğer işimize zarar verecek bir adamsa, Trabzon’dan İstanbul’a
çevirelim, başımıza iş açmasın.
Konuşanlardan Rize üyesi Hoca Necati atılarak “Paşam, üzülmeyin,
icabederse Kop Dağı’nda temizlenir” der.
Mustafa Kemal’in acı bir kızgınlıkla verdiği yanıt şudur:
- Hocam ne diyorsun? Yolları kestirip adam mı vurduracağız? Bu memlekette
hükümsüz vatandaş öldürülemez. Vatandaş ancak mahkeme kararı ile
cezalandırılır. Devlet adamının böyle düşünmesi gerektir.
Kemal ARIBURNU, Atatürk, Anekdotlar, Anılar
Dinsel
eğitimin verildiği medreselerde dini kural adı altında yığınla hurafe buradaki
öğrencilere ezberletilmiş ve yüzyıllar
boyunca genç beyinler uyuşturulmuştur. Bu eğitimin etkisiyle de her türlü
gelişmeye karşı çıkan bağnaz kuşaklar yetiştirilmiştir. Oysa eğitimin amacı
toplumu ileriye götürecek, akılcı ve sorgulayıcı mantığa sahip aydın bireyler
yetiştirmektir. Medreselerin, toplumun ayak bağı durumuna geldiğini gören
Atatürk de bundan dolayı bu köhnemiş kurumlara son vermiş ve tekrar açılması
yönündeki istekleri de sert bir şekilde reddetmiştir.
Atatürk’ün bir Karadeniz gezisinde
söyledikleri bu konudaki tavrını açıkça yansıtmaktadır:
Kız ve erkek çocukların bir arada okumaya başladıkları sırada,
Karadeniz kıyılarında bir inceleme gezisine çıkan Atatürk, 19 Eylül 1924 Cuma
günü Rize’de bulunurken Rize ve Pazar müftüleri kendisine bir dilekçe verirler.
Atatürk, sunulan dilekçeye göz gezdirdikten sonra biraz sinirli müftülere döner:
- Yaaa?... Demek medreselerin tekrar açılmasını istiyorsunuz? Bu
millet, çocuklarını istediği gibi okutmayacak mı? Şimdiye kadar geri
kalmamızda, en büyük etkinin ne olduğunu hala bilmiyor musunuz? Hayır,
medreseler açılmayacak!.. der ve birdenbire kopan alkış sağanağı içinde
sözlerine devam eder.
- Geçiminizi mi düşünüyorsunuz? Rahat olun, ibadetinizle meşgul olun
bırakın bu milleti!.. Bu kararı veren Meclis’te, sizden büyük alimler yok mu
sanıyorsunuz? Millet, bildiği gibi yapacak... anladınız mı?
Bu sözleri de sürekli alkışlarla karşılanırken yanıbaşındaki valiye
dönerek:
- Bu adamlar, burasını ahundlar (İranlı Din Adamı) İran’ı gibi mi
yapmak istiyorlar?...
Falih Rıfkı ATAY, Çankaya
İnsanların
sıkıntılarının ve geri kalmışlıklarının gerçek nedenini; hoşgörü ve yaratıcılığı
reddeden hurafelerin etkisinden kurtulup, akıl ve bilimin gücünden yararlanma
refleksini gösterememiş olmalarında gören Atatürk; ülkede şeyhlik ve dervişlik
iddiasında bulunup halkın bilincini sömürenlere asla izin vermemiştir. Tanrı
ile kul arasına girerek inançların sömürüsünü yapmaktan başka mesleği olmayan
asalakların uygar dünyada yeri olmamalı. Aşağıdaki anekdot Atatürk’ün bu
konudaki yaklaşımını yansıtması açısından güzel bir örnektir.
Atatürk Kastamonu’da yaptığı bir konuşmada hurafelere ait birçok
örnekler verdikten sonra türbelerden ve yalancı evliyalardan bahsederek
- Ölülerden yardım istemek uygar bir topluluk için utanç vericidir,
dedi ve şöyle devam etti.
- Mevcut tarikatların amacı kendilerine bağlı olan kimseleri dünyada
ve manevi hayatta saadete ulaştırmaktan başka ne olabilir?.. Bugün ilmin ve
fennin bütün kapsamı ile uygarlığın parlak ışıkları karşısında filan şeyhin
öğretisinde maddi ve manevi saadet arayacak kadar ilkel insanların uygar Türk
topluluğunda bulunduğunu asla kabul etmiyorum, (şiddetli alkışlar).
Arkadaşlar, efendiler ve ey millet! İyi biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti
şeyhler, dervişler, müritler ve mensuplar memleketi olamaz. En doğru, en gerçek
tarikat, uygarlık yoludur (sürekli alkışlar) Uygarlığın emir ve talep ettiğini
yapmak, insan olmak için yeterlidir. Tarikat şeyhleri bu dediğim gerçeği bütün
açıklığı ile anlayacak, kendiliklerinden derhal tekkelerini kapatacak ve
müritlerin artık olgunluğa kavuştuklarını elbette kabul edeceklerdir.”
H.R. SOYAK, Atatürk’ten Hatıralar, s.268
Kurtuluş
Savaşı’nın başlamasından 1938 yılında ölümüne kadar Türk Milletine önderlik
yapan Atatürk, bu süre içerisinde, Osmanlı döneminde çok sık uygulanan baskı
yönetimine başvurmaksızın toplumu ikna yolu ile yönetmiştir. Zorbalığa
başvurularak ve sindirilerek toplumun kazanılamayacağını, korku ve baskı ile
ancak geçici bir süreyle insanların desteklerinin alınabileceğini çok iyi bilen
Atatürk, bu yüzden ikna yöntemini kullanmış ve başarılı olmuştur. Aşağıdaki
anekdot Atatürk’ün bu anlayışına güzel bir örnektir.
(Bir süre evli kaldığı eşi Latife Uşaklıgil’in anılarından).
Evli bulunduğumuz sıralarda idi. İzmir’deydik.
Doktorların önerisi gereğince sessiz, sakin bir hayat sürmesi, dinlenmesi
gerekliydi:
Bir türlü uyuyamadığı bir gece:
- Latife, ben şimdi tramvaya binmek istiyorum, dedi.
- Dinlenseniz olmaz mı? Vakit de oldukça geç, dedim.
- Ben de vaktin geç olmasından yararlanıp tramvaya binmek istiyorum
ya, diye karşılık verdi.
Derhal gereken yerlere emir verildi. Bir atlı tramvay hazırlandı.
- Tramvay hazır, emrinize amade...
Yanlarına yaverlerini de aldılar. Hep birlikte tramvaya gittik. Bir
sürücüden başka kimse yoktu. Atatürk sürücünün yanına yaklaşıp sordu:
- Sen atları kamçı ile mi idare edersin?
- Tabii Paşam, kamçısız idare edilir mi?
- Neden idare edilmesin?
- Biz görmedik...
Ata sürücünün yanına oturdu.
- Sen şu yerini bana ver de, kamçısız idare edeyim, dedi.
Sürücü hemen yerini verdi. Atatürk dizginleri ele aldı. Tramvay
atlarını kamçısız sürmeye başladı.
- Nasıl idare edebiliyor muyum?
- Benden daha güzel idare ediyorsunuz Paşam...
- Ben de senin gibi bir idareciyim. Ben de yüzbinlerce insanı idare
ettim. Onları ölüme giden yola seve seve sevkettim. Fakat bir tanesine bile
kamçı kullanmadım.
Hadi BESLEYİCİ, Atamız Atatürk, s.88-89
Vatandaşlarına
“angarya” yüklemek Osmanlı Devleti’nin çok sık başvurduğu bir uygulamaydı.
Herhangi bir kanuna dayanmadan keyfi bir emirle insanlar işlerinden alıkonularak,
ücretsiz olarak zorla çalıştırılırlardı. Cumhuriyetin kurulmasıyla vatandaşın
hak ve özgürlüklerine saygı gösteren bir anlayış yerleştirilmeye çalışılıyordu.
Oysa bazı yöneticiler, Osmanlı’dan kalan kötü alışkanlıkla kanun dışı, insan
onuruna yakışmayan keyfi davranışlarına devam ediyordu. Bunlardan biriyle
karşılaşan Atatürk tepkisini şöyle belirtir:
Cumhuriyetin ilanından sonra idi. Karadeniz’de bir gezintiye çıkmıştı.
Kendisine eşlik edenler arasında bulunuyordum. Rize’ye geldik. Yolların
düzgünlüğü ilgisini çekmişti, valiye:
- Yollarınızı nasıl bu hale getirebildiniz? diye sordu.
Vali de anlattı. Bu yakın köylüleri jandarmalarla toplattırmış ve yol
onarımında çalıştırmış.
Ata’nın kaşları çatıldı, oldukça sert bir dille:
- Vali bey, dedi, “corvee” nedir bilir misin? Öyle ise ben söyleyeyim;
angarya demektir ve şu anda bilmeniz lazım ki, kanunsuz hiçbir vatandaşı işten
alıkoyamaz, onu çalışmaya zorlayamazsınız. Cumhuriyet’te angarya diye bir şey
yoktur.
Kemal ARIBURNU, Atatürk.
Atatürk
herhangi bir konuda karar alırken mutlaka çevresindeki insanların da
düşüncesini alır, farklı görüşlerden yararlanırdı. Özellikle toplumun eğilimine
büyük önem verir ve halka danışılması gerektiğine inanırdı. Bağımsızlık
mücadelesine girişirken de Türk milletinin özgür yaşama arzusunu görmüş ve
halktan aldığı bu mesajla mücadeleye atılmıştır. Atatürk’ün bu yöndeki tutumu
ve davranışına aşağıdaki anekdot güzel bir örnektir.
Acı işgal günlerinde, önemli devlet adamlarının da hazır bulundukları
toplantıda herkes, Türkiye’nin düştüğü acıklı duruma kendisine göre bir çare
arıyor; Amerikan, İngiliz himayesinden dem vuruluyordu. Bir aralık, Mustafa
Kemal Paşa’ya da sordular. Atatürk şu kısa yanıtı verdi:
- Efendiler, hepiniz konuştunuz, arzularınızı beyan ettiniz ve
birbirinize sordunuz, hepinizi dinledik. Fakat ... Anadolu’ya bir şey sordunuz
mu? Anadolu’yu dinlediniz mi? Ona da soralım, bir de onu dinleyelim efendiler!
Kemal ARIBURNU, Atatürk, Anekdotlar, Anılar
Hastalığının
iyice ağırlaştığı, 1938 yılında doktorlarının istirahat dışında hiçbir şeye
izin vermedikleri durumda bile Atatürk, yurt sorunlarından kopamamıştır. O,
Hatay’ın Anavatana katılmasını gerçekleştirmek için ölümü pahasına askeri
manevralara katılmış ve vatan sevgisinin yaşama arzusundan önce geldiğini
göstermiştir. Bu gösteri O’nun çılgınlığından değil, vatanına ilişkin
görevlerini henüz tamamlamadığı yönündeki düşüncelerinden kaynaklanmaktaydı.
Aşağıdaki anekdot Atatürk’ün vatan sevgisini yansıtan güzel bir örnektir.
1923 yılı Mart’ının On Beşi Pazar günüydü. Atatürk, Adana
İstasyonu’nda trenden inmiş; sağı solu dolduran halkın coşkun alkışları, “Yaşa
varol!” sesleri arasında yaya olarak kente giriyordu.
Yarı yolda karalar giymiş bir kadın kalabalığı göze çarptı; sonra
onların arasından ikişer levha taşıyan dört genç kız çıktı; Atatürk’ün önünde
durdular. Arkalarından bir kız daha göründü ve önüne geçti. Hıçkırıklar,
iniltiler ve yalvarışlarla dolu bir nutuk söylemeye başladı. Bu genç kızın
kişiliğinde henüz tutsak bulunan İskenderun’la Antakya’nın Türk olan bütün
halkı: “Bizi de kurtar” diye yalvarıyordu.
Herkesin gözleri yaşarmıştı, hıçkırıklarını tutamayanlar vardı.
Atatürk’ün de gözleri nemliydi ve başı eğilmiş gibiydi. Genç kızın
nutku bitince Atatürk’ün alnı yükseldi; mavi gözlerinde ve pembe yüzünde bir
çelik parıltısı görüldü. Her kelimesi üzerinde kuvvetle durarak:
- Kırk asırlık Türk yurdu yabancı elinde kalamaz! dedi.
On altı yıl sonra Hatay sorunun en heyecanlı günlerinde, hasta ve
bitkin olmasına rağmen, Hatay’a yakın olmak için tekrar Adana’ya gitti. Dört
saat ayakta durmak, birliklerin geçidini izlemek gibi olağanüstü bir
dayanıklılık gösterdi. Hatay kurtuldu, fakat Atatürk’ü yitirdik.
İsmail Habib, bu konuyu şöyle bitirir:
“Hatay, Hatay! Seni kurtaran, aynı zamanda senin şehidin oldu!”
A.H.PAR / M.A.ÖNEN, Atatürk’ü Anlamak, s.83-84
Doğru olan
davranış; insanların kusurlarıyla alay edip, küçük düşmesine neden olmak değil,
aksine insanların kendi istemleri dışında gerçekleşen kusurlarını paylaşarak
onların onore olmalarına katkıda bulunmaktır. Atatürk, bulunduğu ortamlarda
geniş hoşgörüsüyle insanların küçük düşürülmesine ve ezilmesine meydan
vermemiştir. Aşağıdaki anekdot Atatürk’ün bu husustaki yaklaşımını yansıtan
güzel bir örnektir.
Atatürk, Boğaziçi’nde bir gazinoda dinlenirken halkın, okşayan bakışlarla
sesini duymak için konuşmasını beklediklerini hissetti. Çevresindeki gençlerle
sohbete başladı. Konu sanatın türlü dalları ile ilgili, akademik bir havaya
bürünmüştü. Herkes, kulak kesilmiş, O’nun bu konular üzerindeki düşüncelerini
dinlerken, köşedeki masaların birinde oturan bir beyin elindeki bardak o
sessizlik içinde kulakları irkilten bir şangırtı ile yere düşüyor. Herkesin
yerici bakışları, bu yakışıksızlığı yapanın üzerinde toplanıyor. Adamcağız
neredeyse sakarlığın verdiği utançtan ölecek... Tam bu sırada ikinci bir
şangırtı, bu kez bakışları kendi bardağını da yere bıraktıktan sonra eli henüz
havada duran Atatürk’ün gülen yüzü ve hoşgörülük taşıyan gözleri üzerine
çekiyor.
Ve halk, bu davranıştaki inceliği kavradığını uzun, çok uzun alkışlarla
anlatıyor.
A.H. PAR, M.A. GÖNEN, “Atatürk’ü Anlamak”, s.99-100
“Suçu
kanıtlanana kadar herkes suçsuzdur” anlayışı hukuk devletinin temel ilkesidir. Atatürk’ün
kurduğu Türkiye Cumhuriyeti de demokratik-laik bir hukuk devletidir. Bu devlet
anlayışına göre yasalar karşısında herkes eşittir ve kimseye ayrıcalık
tanınamaz. Cumhuriyeti kuran ve bu devletin ilk cumhurbaşkanı olan Atatürk,
kendisine suikast girişiminde bulunma hazırlığında olduğu iddia edilen bir
kişinin davasına bile hiçbir şekilde müdahale etmemiş, bağımsız yargıya güven
duyarak Türkiye’de de hukuk devleti anlayışının yerleşmesine katkıda
bulunmuştur. Aşağıdaki anekdot O’nun bu yöndeki yaklaşımını yansıtması
açısından güzel bir örnektir.
Ölümünden iki yıl önce Atatürk’ün canına kıymak için düzenlenen bir
suikast girişimi meydana çıkarılmıştı. Bu girişimde bulunmakla suçlanan kimse
“Milli Mücadele’den beri Ata’nın yolunda çalışmış, sevgi ve güvenini kazanmış,
birçok iyiliklerini de görmüş biri idi.
Haber yurtta şaşkınlık ve tiksinme yaratmıştı. Herkes bunu konuşuyor
“Nasıl olur, Nasıl olur!” diyordu, bir türlü herhangi bir nedene bağlayamıyordu.
Sanık tutuldu, adalete teslim edildi. Fakat Atatürk olaydan haberi
yokmuş gibi, bu konuda ne düşündüğünü açıklamak için ağzını açmadı, adalet son
sözünü söyleyinceye dek sustu. Atatürk’ün bu suskunluğu çeşitli yorumlara
uğramıştı, kimi “bu üzüntülü olayı anmak istemiyor” dedi; kimi de “bunun doğru olduğuna
inanmıyor” diye düşündü.
Sanığa yükletilen suç yargı yerinde ispat edilemediği için adam
aklandı.
İşte, yargıç kararını bu yolda verdikten sonradır ki Atatürk bu konuda
ağzını ilk ve son kez olarak açtı ve yalnız şunu dedi:
- Suça yeltenilmiştir, ancak yargıç buna kanacak ölçüde kanıt bulmuş
değildir.
Mehmet Ali AĞAKAY, Atatürk’ten 20 Anı
Atatürk,
Türk milletine karşı görevlerinin hiçbir zaman bitmeyeceğini, onun için ne
yapsa az olduğunu düşünürdü. Bu nedenle hayatının son anlarında bile bu millet
için bir şeyler yapmak çabasında olmuş, doktorların sağlığıyla ilgili
uyarılarına rağmen yurt sorunlarıyla ilgilenmekten kendisini alıkoymamıştır.
Ondaki vatan ve millet sevgisinin en iyi göstergesi yaptıkları ve yapmak
istedikleridir. Aşağıdaki anekdot bu sevgiyi yansıtan sayısız örneklerden
sadece birisidir.
Atatürk’ün rahatsızlığının son günlerinde doktorları Atatürk’ün devlet
işleriyle uğraşmasını yasaklamıştı. Ancak, ölümünden otuz altı gün önce
Başbakan Celal Bayar hazırlığı tamamlanmış “Üçüncü Beş Yıllık Kalkınma Planı”
dosyası ile birlikte Atatürk’ü ziyarete geldi. Celal Bayar planla ilgili olarak
bir iki temel konuda Atatürk’ün düşüncelerini öğrenmek istiyordu. Doktorları en
çok beş dakika izin verdiler.
Bundan sonrasını Celal Bayar şöyle anlatır:
“Sanki hasta değil, rahat bir uykudan yeni kalkmış gibiydi.
Elimdeki dosyanın ne olduğunu sordu:
- Üçüncü Beş Yıllık Kalkınma Planı’nın son şekli, efendim, dedim.
Eliyle işaret etti.
- Şöyle, yanıma otur, anlat.
Şezlongunu yükseltmelerini ve arkasına bir yastık konulmasını istedi.
Göreceği yakınlıkta oturdum. Dinledikçe alakası artıyordu. Verilen beş dakika
geçmişti. Genel Sekreteri Hasan Rıza’nın bana bunu hatırlatmak için içeri
girdiğini hissetti:
- Gel Soyak, sen de dinle, başbakan çok güzel şeyler anlatıyor, dedi.
Sadece başlıkları okuyor, birkaç cümle ile o bahsi tamamlıyordum.
Öğrenmek istediklerimi de öğrenmiştim. Yakın gelecekleri okurcasına:
- Ufukta, yeni bir dünya savaşının bulutları var. Acele edin. Bunların
çoğu ordu ve halk ihtiyaçları için şart olan tesisler, Allah muvaffak etsin,
acele edin, dedi.
Bunları söyleyen insan birkaç gün önce komadan çıkmıştı.
Sağlığı ile ilgili tek kelime etmedi.
Cemal KUTAY, Atatürk Olmasaydı
Atatürk’ün
en büyük ideali; ülkeyi ulus egemenliğine dayalı demokratik-laik çağdaş bir
devlet ve toplum yapısına kavuşturmaktı. Gerçekleştirdiği devrimlerle bu
idealine kavuşan büyük insan, aynı zamanda kendi eserim dediği “Cumhuriyet”in
de en yılmaz muhafızıydı. Aşağıdaki anekdot Atatürk’ün bu konudaki
düşüncelerini yansıtması açısından güzel bir örnektir.
14 Ocak 1923’te Atatürk, kendisini yetiştiren, zeki,okumuş ve vefalı
annesini İzmir’de yitirdi. Zübeyde Hanım, Karşıyaka’da toprağa verildi.
Atatürk, annesinin mezarı başında yaptığı konuşmada: “Annemi yitirmekten çok
üzgünüm. Ama benim bu acımı gideren bir avuntum var: Anayurdu yoksulluğa,
yokluğa sürükleyen yönetimin, artık bir daha geri gelmeyecek gibi yokluğun
mezarına götürülmüş olduğunu görerek ölmüş olmasıdır. Annem, şimdi bu toprağın
altında, ama bu toprağın üstünde Anayurt bütünlüğü ve ulus egemenliği dünyanın
sonuna kadar sürecek, beni avutan en etkili güç işte budur. Evet, ulusal
egemenlik dünyanın sonuna kadar sürüp gidecektir. Annemin ve bütün atalarımın
ruhunu tanık tutarak vicdanımdan kopan andı bir daha söyleyeyim: Annemin mezarı
önünde ve Tanrı’nın yüce katında söz verip and içiyorum ki, ulusumun bu kadar
kan dökerek elde ettiği egemenliğin korunması ve savunulması için gerekirse
annenim yanına gitmekte gecikmeyeceğim. Ulus egemenliği için canımı vermek,
benim için vicdan borcu, namus borcu olsun.” demiştir.
H. BESLEYİCİ, Atatürk’ü Anlamak, s.42
Atatürk,
Türk milletinin yeniliğe açık, doğrunun ve güzelin peşinde koşmasını bilen,
inandığı liderin izinde her şeyini feda etmeye hazır, çalışkan, onurlu ve
fedakar bir millet olduğu inancını ölünceye kadar taşımıştır. Türk milleti de
O’nu bu düşüncesinde asla yanıltmamıştır. Aşağıdaki anekdotta da Onun bu
konudaki düşüncesini yansıtan güzel örneklerden biridir.
Sarayburnu’ndaki büyük eğlentide, 9 Ağustos 1929 akşamı etrafını saran
halka hitaben, ilk defa Harf Devrimi’ni açıklayarak, yeni harflerin kabul edilmesi
gerektiğini belirttikten sonra:
- Bir milletin yüzde onu-yirmisi okuma yazma bilir de, yüzde
seksen-doksanı bilmezse, ayıptır. Bu millet utanmalıdır. Ama Türk milleti
utanmak için yaratılmış bir millet değildir. İftihar etmek için yaratılmış,
şanlı şerefli bir millettir. Tarihi baştan başa iftiharla dolu bir millettir.
Okuma yazma bilmeyenlerin çokluğu, onun hatası değildir. Hata, Türk’ün
karakterini anlamayarak kafasını bir takım zincirlerle saranlardadır. Artık
geçmişin bu hatalarını kökünden temizlemek zamanındayız. Hataları düzelteceğiz.
Bu konuda bütün vatandaşların çabasını isterim. En fazla, bir iki sene içinde,
bütün Türk toplumu yeni harfleri öğrenmelidir, öğrenecektir. Milletin,
kafasıyla olduğu gibi, yazısıyla da uygar dünyanın yanında bulunduğunu
gösterecektir!” deyince, halk, kendisini kucaklamak, bağrına basmak isteyen bir
coşkunlukla alkışlarken, heyecandan ağlaşanlar bile görülmüştü.
Oradan Büyükada’ya gitmişlerdi. Yat Kulübü’nde, pırıl pırıl ışıklar
içinde, kırıta kırıta sırıtan fraklı, smokinli, tuvaletli bay, bayanlarla
karşılaşınca, bir an durmuş, yanındakilere:
- Hani Sarayburnu’nda yaptığımız yok mu? Onu burada yapamazdık!...
demişti.
Niyazi Ahmet BANOĞLU, Nükte ve Fıkralarla Atatürk,
s.120-121
ATATÜRK, ÇANAKKALE
ŞEHİTLERİ VE
ÇANAKKALE’DE ÖLEN
DÜŞMAN MUHARİPLERİ
Büyük insan Atatürk’e, insan Atatürk’e bakınız. İçişleri Bakanı Şükrü
Kaya Çanakkale bölgesine denetlemeye gidecek. Veda için ziyaret ettiği zaman
Atatürk şöyle diyor:
- Çanakkale’ye gittiğin zaman aziz şehitlerimizi de ziyaret edeceksin.
Bu görevi yapacağına şüphe yok. Yalnız nasıl bir nutuk söyleyeceksin. Ben
söyleyeyim. Burada yatan aziz şehitlerimiz! Sizi hürmetle, saygı ile anıyoruz,
diyeceksin. Mehmetçik anıtının başında, bütün yeteneğinle konuşacaksın. Burada
rahat ve huzur içinde yatınız, diyeceksin. Siz olmasaydınız, siz göğüslerinizi
çelik kalelere siper etmeseydiniz, bu boğaz aşılır; İstanbul işgal edilir;
vatan toprakları istilaya uğrardı, diyeceksin.
- Evet, böyle konuşacağım!
- Hayır, hayır... Sen böylenin üstünde, çok daha başka konuşacaksın.
Dünyaya seslenircesine konuşacaksın. Orada, Çanakkale’de yalnız bizim
şehitlerimiz değil, bu toprak üstünde kanlarını döken insanları da o kahraman
askerleri de hürmetle, saygıyla anacaksın.
- Paşam, ben bunları yapamam; çünkü bu sözler ancak sizin
söyleyebileceğiniz yüksek sözlerdir.
- Söyleyeceksin. Çanakkale’den dünyaya karşı böyle konuşacaksın. Senin
böyle konuşman gerekir.
Şükrü Kaya Atatürk’ün yanından ayrılıyor ve gece tekrar buluşuyorlar.
Atatürk, Şükrü Kaya’ya uzun bir kağıt uzatıyor. Bu, Çanakkale’de söyleyeceği
nutuktur. Atatürk bizzat hazırlamıştır ve Şükrü Kaya, bu nutku alıp
Çanakkale’ye gidiyor. Orada Mehmetçiğin mezarı başında bu nutku söylüyor.
Nutukta Şükrü Kaya’nın yabancı askerlere hitaben belirttiği cümleler şunlardır:
“Bu memleketin toprakları üstünde kanlarını döken kahramanlar! Burada
bir dost vatanın toprağındasınız. Huzur ve rahat içinde uyuyunuz. Sizler,
Mehmetçiklerle yan yana, koyun koyunasınız. Uzak ülkelerden evlatlarını savaşa
gönderen analar! Gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız, bizim bağrımızdadır.
Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat rahat uyuyacaklardır. Onlar, bu
toprakta canlarını verdikten sonra, artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.”
Şükrü Kaya, Atatürk’ün toprağında yendiği milletlere karşı gösterdiği
yüksek insanlık hislerinin ifadesini taşıyan cümleleri Çanakkale’de söylüyor,
Ankara’ya dönüyor.
Meğer Mehmetçik Anıtı’nın başında söylenen bu sözleri kaydeden birkaç
gazeteci varmış. Onlar bu sözleri gazetelerine bildiriyorlar, nutuk dünyaya
yayılıyor ve aradan hafta geçmiyor; Şükrü Kaya’ya telgraflar yağıyor. Ta
Avustralya, Yeni Zelanda’dan günlerce sonra mektuplar geliyor. Gözleri yaşlı
analardan, kardeşlerden, siyasi şahsiyetlerden, askerlerden. Şükrü Kaya, bu
konuşmasından dolayı tebrik ediliyor, takdir ediliyor.
Oysaki söz, büyük askere aittir. Ve O büyük asker, dün yendiği
milletlere karşı düşmanlık hissi beslememekte, en insani, en medeni hislerle,
dostluk elini uzatmaktadır ve bunu Türkiye Cumhuriyeti’nin İçişleri Bakanı’na
söyletmektedir. “Yurtta barış, cihanda barış”... Atatürk’ün bu sözünü dünya
milletleri arasında düşmanlığın unutulmasından aldığı nasıl belli.
Em.Tümg. M.ERENDİL, İlginç Olaylar ve Anekdotlarla
Atatürk, s.85-86
Atatürk’e
ve O’nun düşüncesine karşı olanlar, tarihsel gerçekleri çarpıtarak Atatürk’ü,
kendi uluslarının ve insanlığın felaketini hazırlayan Hitler ve Mussolini gibi diktatörlerle
kıyaslamaktalar. Bu diktatörler, kendi ülkelerinde demokrasilere son vererek
baskı yönetimlerini kurmuşlardır. Oysa Atatürk, kişi egemenliğine dayalı keyfi
monarşi yönetiminden Türk ulusunu kurtararak ulus egemenliğine dayalı bir
yönetim getirmiştir. O, Türk halkını kulluktan kurtararak hak ve
özgürlüklerinin bilincine sahip yurttaş yapmak için hayatını adamıştır. O’nu
diktatörlükle suçlayanlar ya gaflet içerisinde olan kıymet bilmezlerdir ya da
O’nun getirdiği çağdaş değerlerden rahatsızlık duyan geçmiş yönetimin
kalıntıları olan tutucu ve yobazlardır. Bu tür düşünenlere, bir gençle Atatürk
arasında geçen aşağıdaki diyalog bir cevaptır.
Bir halk toplantısında, bir genç O’na şu soruyu sordu:
- Paşam, size diktatör diyorlar, ne dersiniz?
- Ben, diktatör olsaydım, sen bana şimdi bu soruyu soramazdın?
Hadi BESLEYİCİ, Atatürk’ü Anlamak, s.129
Milli
birlik ve bütünlük bir milletin varoluş sebeplerinden biri ve Atatürk’ün
üzerinde önemle durduğu sebeplerdendir. O, 23 Mart 1923’te Afyonkarahisar’da
halkla yaptığı konuşmada bu konuyu şöyle dile getirmiştir.
“Yurttaşlarım,
Gördüğünüz bütün o felaketlerden sonra, sizleri o felakete sürükleyen
sebepleri anlamışsınızdır ve o felaketlerden nasıl kurtulduğunuzu, elbette
takdir etmişsinizdir. Sizler ve bütün millet o felaketlere kendine güvenmediği,
geleceğini şunun bunun eline verdiği, şunun bunun esiri olduğu için uğramıştır.
O, felaketlerden ancak milli benliğinize hakim olduğunuz için kurtuldunuz;
amaca doğru bütün bir millet halinde yürüdünüz; üzerinize çöken felaketlere
tahammül gösterdiniz, sebat gösterdiniz ve ancak bu sayede başarılı oldunuz.
Bundan sonra da egemenliğinizi canınız gibi koruyarak ulusal
egemenliğinize, namusunuza, kutsal değerleriniz gibi dört elle sarılarak hiç
durmadan bütünlük içinde geleceğe doğru yürüyecek, bugünden daha saadetli, daha
şerefli ve mutlu günlere kavuşacağız.
Yurttaşlarım,
Allah birlik ve beraberlik içinde çalışan şerefini, namusunu koruyan ulusları
mutlu eder. Biz de bundan önce olduğu gibi bundan sonra da bu anlayışla
çalışırsak, Allah’tan böyle bir mutluluğu istemeyi hak ederiz.”
Em.Tümg. Muzaffer ERENDİL, İlginç Olaylar ve
Anekdotlarla Atatürk, s.64
Tarihimiz
boyunca Türk askeri büyük zaferler kazanmıştır. Zaferlerin kazanılmasında en
büyük etken iyi eğitim, yüksek moral ve çağın teknolojisinde yararlanmak
olmuştur. Eğitimsiz, moralsiz ve teknolojiden yararlanmadığı anlarda Osmanlı
Devletinin son döneminde olduğu gibi hep yenilmiştir. Zaferler kazanıldığı
zaman bazı din adamları bunda evliyalarının ve dualarının payı olduğunu
söylemişlerdir. Kaybedilen savaşlarda ise kendilerine hiç pay çıkarmamışlardır.
Oysa zaferlerin de, yenilgilerin de temelinde ordunun savaşa hazır olup
olmaması vardı. Zaferde en büyük pay kanını, terini akıtan Mehmetçiğindir.
Atatürk aşağıdaki anekdotta bu gerçeği vurgulamaktadır.
Sakarya Meydan Savaşı zaferle sona ermiş, Gazi Ankara’ya dönüyormuş.
Karşılama törenine katılan halk, Gazi geçtikçe alkış tutuyor ve arkasından
büyük bir alay halinde ilerliyorlarmış.
Meclis binasının önüne gelinmiş, Gazi bakmış ki alayın başında
bulunanlar yukarıya doğru yol almakta. Meğer bu tören şöyle düzenlenmiş:
“Cemaat” halinde Hacı Bayram Veli’nin türbesine gidilecek, onun “yüksek
maneviyatının yardımıyla” kazanılan bu büyük zafer için orada dua edilecek,
sonra meclise dönülerek nutuklar okunacak.
Gazi:
- Öyle şey olmaz, yurt toprağını karış karış kanını akıtarak ve canını
vererek savunan Mehmetçiğin hakkını ben evliyalara kaptırmam! Deyip doğruca
meclis binasına sapmış.
Atatürk böyle bir davranışta bulunmasının gerekçesini ise şöyle
açıkladı:
- Kimileri benim bu davranışıma kamunun inancını inciten yersiz bir
davranış gözüyle bakmış olabilirler; ama ben, hele yurdun savunmasında,
güvenilecek gücün evliyaların, yatırların “maneviyatı” olamayacağını
hatırlatmayı artık zorunlu bulmuştum.
Hadi BESLEYİCİ, Atatürk’ü Anlamak, s.123-124
Türk ulusunun
binbir yokluk ve sıkıntılar içerisinde olmasına rağmen ayağındakini,
bedenindekini ve boğazındakini vererek Kurtuluş Savaşı’nı başarıya
ulaştırdığını iyi bilen Atatürk, savaş sonrasında halkın devam eden
yoksulluğunu yenmek için çok çalışmıştır. Bu nedenle hemen her alanda
savurganlığın önlenmesi ve tasarruf bilincinin yerleşmesine çaba harcamıştır.
Buna özen gösterenleri de takdir etmiştir. Aşağıdaki anekdot, Atatürk’ün bu
konudaki düşüncelerini yansıtan güzel bir örnektir.
Bir tarihte Atatürk Ege Vapuru ile Mersin’e gitmiş. Dönüşte vapur
Fethiye’de durmuş. Kasabada halk şenlik yaparken, gemilerden de havai fişekler
atılıyormuş. Kendisine eşlik eden Zafer Torpidosu’nda bulunan Atatürk,
donanmanın şenliklerini seyrederken, kumandanlardan biri, Zafer Torpidosu
kumandanına bir torpil atmasını söylemiş.
Torpido Kumandanı:
- Hay hay efendim, demiş, yalnız bir torpilin değeri elli bir liradır.
Bunun üzerine Atatürk:
- Vazgeçin torpil atmaktan, bu millet o kadar zengin değildir.
Ve torpido kumandanına dönerek:
- Sizi kutlarım, diye iltifatta bulunmuş.
Em.Tümg. Muzaffer ERENDİL, İlginç Olaylar ve
Anekdotlarla Atatürk, s.143
Kurtuluş
Savaşı süresince işgalci Yunanlılarla birlikte İngiliz ve Fransızlarla da mücadele
eden Atatürk buna rağmen, bu milletlere karşı herhangi bir kin ve düşmanlık
beslememiştir. Kurtuluş Savaşı’nı ulusal bağımsızlık ve toprak bütünlüğümüz
için yürüten büyük önder, savaşın bitiminden sonra da işgalci devletlerle yeni
koşullar içinde tam bağımsız ve eşit bir ülke olarak işbirliği yapmaktan
kaçınmamıştır. O, sadece bu yönde bir politika izlemekle yetinmemiş Türk
halkının da geçmişte kendisine düşmanlık edenlere karşı kin ve nefret
duygularıyla değil bilimde, sporda, sanatta ve uygarlık yarışında alacakları
başarılarla karşılık vermesini istiyordu. Aşağıdaki olay Atatürk’ün bu yöndeki
düşüncesine güzel bir örnektir.
İstanbul’un işgali yıllarında bir Türk okulunu gezen Fransız
generallerinden M.Bramon, bir kızımızın yaptığı elişini beğenmişti. Generalin
bunu almak arzusu göstermesi üzerine, öğretmen elişinin sahibine yaptığını
armağan etmesi teklifinde bulunmuş, fakat öğrenci buna son derece sinirlenerek:
- Hayır, bir çöp bile vermem, diyerek bu teklifi şiddetle reddetmişti.
Aradan yıllar geçtikten sonra aynı okula Atatürk gelmiş, aynı öğrenci
bu kez, düşman generaline vermediği aynı elişini Atatürk’e armağan etmek üzere
uzatmış ve heyecanla şöyle demişti:
- Büyük Atam, bu değersiz hediyenin kabulünü rica ediyorum. Bu işimi
bir zamanlar hocam, memleketimin işgali zamanında, Fransız Generali Mösyö
Bramon’a armağan olarak vermemi rica etmişti. Halbuki ben, bu arzuyu
reddetmekle düşman ellerinde bir çöpümü bile görmek istemediğimi söylemiştim.
Şu dakikada içimden gelen bir istek ve sevgiyle armağanımı kabul etmenizi rica
ediyorum.
Ata’nın bu sözler üzerine kaşları çatılmış ve sert bir sesle şu cevabı
verdiği duyulmuştur:
- Kızım, Türkiye’ye kin yakışmaz!..
Biz herkesle dostuz. Çektiklerimiz, başımızda bulunan saltanat devrinin
büyük hatalarının neticesidir. Avrupalıların, Türk kızlarının eserlerini
hayranlıkla seyretmeleriyle fikirlerini değiştirebilir miyiz? Sen onu o zaman
verseydin, şimdi şanlı Türk kızlarını temsil eden bir eser Avrupa duvarlarını
süslerdi.
Niyazi Ahmet BANOĞLU, Nükte ve Fıkralarla Atatürk,
s.342-343
Siyasal
ve toplumsal sistemlerde sağlıklı bir değişim gerçekleştirebilmenin en geçerli
yolu değişim yanlısı olanların aktif bir şekilde çalışarak, topluma, yapılması
düşünülen değişikliklerin gerekçelerini anlatmaları, onları değişikliklerden
haberdar edip, desteklerini sağlamaya çalışmalarıdır. Propaganda ve bilgi
alışverişi olmadan sadece birkaç satırlık genelgelerle, emir ve yasaklarla kısa
sürede toplumu eski alışkanlıklarından kurtarmak mümkün değildir. Bunun
bilincinde olan Atatürk, Anadolu’yu karış karış gezmiş, yaptığı devrimleri
gerekçeleriyle halka anlatmıştır. Atatürk, diğer devlet görevlilerinden de bu
yönde çaba harcamalarını, halkı aydınlatıp kazanmalarını beklemiştir. Aşağıdaki
anekdot da Atatürk’ün bu yöndeki beklentilerine güzel bir örnektir.
1924 yılının ilkbaharındaydı. Erzurum ve Pasinler’de depremde birçok
köylerin evleri yıkılmıştı. Zarar gören halkla görüşmek için Pasinler’e gelen
Ata, halkın içinden ihtiyar bir köylüyü çağırdı:
- Depremden çok zarar gördün mü, baba? diye sordu. Ata, ihtiyarın
şüphesini görünce, tekrar sordu:
- Hükümet sana kaç lira verse, zararını karşılayabilirsin?
İhtiyar, yöre ağzıyla:
- Valle Padişeh bilir, dedi.
Atatürk gülümsedi. Yumuşak bir sesle:
- Baba, padişah yok; onları siz kaldırmadınız mı? Söyle bakalım,
zararın ne?
İhtiyar tekrar etti:
- Padişeh bilir!..
Bu cevap karşısında kaşları çatılan Ata, Kaymakama döndü:
- Siz daha devrimi yaymamışsınız! dedi.
Bu sırada görevini başarmış insanlara özgü bir ağırbaşlılıkla ortaya
atılan yazı işleri müdürü:
- Köylere genelge yolladık Paşam, dedi.
Atatürk’ün fırtınalı yüzü, daha çok karıştı:
- Oğlum, dedi, genelgeyle devrim olamaz...
Niyazi Ahmet BANOĞLU, Nükte ve Fıkralarla Atatürk,
s.460-461
Atatürk,
Türk Milleti tarafından daima sevilmiş, sayılmış ve takdir görmüştür. Bunun en önemli
sebebi yüzyıllar boyunca bir sürü gibi görülmüş olan Türk insanına hak ettiği
değeri vermesi, milletinin geleceğini oluşturma uğrunda birçok sıkıntılara
göğüs germesi ve Türk milletini hak ettiği yere getirmeye çalışmasıdır. O, Türk
insanını karanlıklardan aydınlığa çıkarmıştır. Türk milletinin Atatürk’ü
sevmesinin anahtarı “Millete efendilik yoktur, hizmet vardır. Bu millete hizmet
eden onun efendisi olur” sözünde gizlidir. Aşağıdaki anekdot Atatürk’ün bu
anlayışını yansıtması açısından güzel bir örnektir.
Yaşadıkları sürece yığınlara hakim olmuş, alkışlar ve takdirler
toplamış nice tarihi kişiler, hayatlarında veya ölümlerinden sonra zaman
çarkının dişlileri arasında kaybolup gittiler. Bunlar “Yalancı Şöhretler’di ve
yaptıkları köksüzdü, temelsizdi. Bunun içindir ki, eserlerinin ömrü, kendi
ömürlerini aşamadı.
Bunların çoğu, lehlerinde yapılmış bir takım gösterilerin gururuna da
kapıldılar. Ve bunları “ebedi yaşama”nın bir delili sandılar. “Zafer
sarhoşluğu”nun uykusunda kaybolup gittiler.
Atatürk’e 12 yıl yaverlik yapmış olan Sayın Naşit Mengü’nün çeşitli
anılarını dinlerken, bir yandan da bunları düşünüyordum: Atatürk, kendisi
hakkındaki büyük sevgi gösterileri karşısında nasıl duygulanıyor, neler
düşünüyordu?
Bu soruma Naşit Mengü şu cevabı verdi:
- Yıl 1927... Atatürk, Anadolu’ya geçtikten sonra ilk defa İstanbul’a
dönüyor. Bütün kent halkı sokakları ve denizleri kaplamış. Bayramların en
büyüğünü yaşıyorlar. Kıyılardan, denizlerdeki sandallardan Atatürk’ün motoruna
doğru eller uzanıyor, “Yaşa, Varol” sesleri kubbelerde yankılar yapıyordu.
Atatürk de ayakta, mendil sallayarak bu sevgi gösterilerine karşılık
veriyor. Ben, rahmetli Salih Bozok’la Ata’nın bir adım gerisindeyiz. Rahmetli
Salih, halkın bu coşkun gösterilerinden çok heyecanlandı. Gözlerinden yaşlar
süzülüyordu. Gazi’ye eğilerek:
- Paşam, dedi, halkın şu coşkun tezahürlerine bakınız. Bu millet
ebediyete kadar uğrunuza ateşe atılmakta tereddüt etmez.
Atatürk, şu cevabı verdi:
- Kendilerine faydalı olduğunuz, onlara müspet yolda hizmet ettiğiniz
müddetçe milletin sevgisini kazanabilirsiniz. Vaatlerinizi yerine getirmez,
milletin refahına hizmet etmezseniz bu gün bizi alkışlayan bu topluluk yarın
yuhalar.
Sadi BORAK, Bilinmeyen Yönleriyle Atatürk, s.85
Türk tarihinin
en karanlık dönemi olan işgal günlerinde, Türk aydınları silahlı direnişin
dışında pek çok çözüm yolu düşünürken, Atatürk 4 Şubat 1919’da bir gazeteciye
yaptığı açıklamada “iyi bir teşkilatçı Anadolu’ya geçer ve millete silahlı
direniş için önder olursa vatan da millet de kurtulur” diyerek tek kurtuluş
yolunu açıklamıştır. Bu tarihte bu şekilde düşünen “Tek Adam” odur. Onu bu
düşünceye yönelten Türk milletini çok iyi tanımış olmasıdır. O, Türk
milletindeki cevheri, Trablusgarp’ta, Balkan Savaşları’nda, Çanakkale’de,
Filistin’de vatanı için can veren mehmetçikte görmüştür. Aşağıdaki anekdot
Atatürk’ün bu konudaki düşüncesini yansıtması açısından önemlidir.
Kurtuluş Savaşı’nın en karanlık günlerindeydi; anayurdun en verimli
yerleri düşman çizmeleri altında inliyordu. Milletin bütün kuvvet kaynakları
kurumuş; dışarıdan ve içeriden ihanetler birbirini kovalamıştı. Herkes:
- Türk öldü”.. diyordu.
Türkiye’nin Afrika ve Asya’daki esir ülkeler arasına katıldığı
sanılıyordu. Yüzyıllarca Türk egemenliği altında yaşayan milletler, onun son
varlığını yağma ediyorlardı. En akıllı görünen birçok yurttaşımız İngiltere’nin
veya Amerika’nın himayesini nimet saymaya başlamışlardı.
Atatürk böyle bir zamanda yer yer ayaklanan Türk halkına önder oldu;
Ankara’da Büyük Millet Meclisi’ni kurdu. Bir gün Meclis’te söylediği nutkunu,
şair Mithat Cemal’in bir manzumesinin şu son beyti ile bitirdi:
“Ölmez bu vatan farzı muhal
ölse de hatta,
Çekmez kürenin sırtı bu
tabutu cesimi...”
Türk vatanının düşman elinde kalmayacağı ve Türk milletinin asla esir
olmayacağı hakkındaki iman, Atatürk’ün ruhunda sonsuz bir kuvvet ve sönmez bir
ateşti. Bu kuvvet ve ateşi, her fırsatta milletin her ferdine aşılamakta eşsiz
bir ustalık gösterirdi.
N.A. BANOĞLU, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, s.89-90
Atatürk,
Türk insanının sağduyusuna ve sağlıklı bakış açısına çok güvenirdi. Yapmayı
düşündüğü şeyleri uygulamaya koymadan önce halkın nabzını yoklardı. Halkın benimsemeyeceği
ve uygulama olanağı olmayan konularda ısrarcı olmazdı. Onun başarılarının en
önemli nedeni halkın duygu ve düşüncelerini bilmesi ve onlara değer vermesidir.
O, Türk insanının cahil ve yoksul görüntüsünün altında cevher olduğunu bilmekte
ve o cevherden yararlanarak hedefe yürümekteydi. Aşağıdaki anekdot Atatürk’ün
bu konudaki bakış açısını yansıtan güzel bir örnektir.
Atatürk danışmaya büyük önem verirdi. Zihninde tasarlayıp uygulamaya karar
verdiği sorunları çok önemli olmayan kimselerle görüştüğü çok görülmüştür.
Neşeli zamanında sordular:
- Paşam, şu fikir danıştıklarının içinde de bazen öyleleri vardır ki,
şaşıyoruz; bunların düşüncelerini nasıl olsa, sonunda kabul etmeyeceksiniz. Kararınızı
da önceden vermiş olduğunuz biliniyor, o halde, ne diye bunları birer birer
çağırıp karşınızda söyletirsiniz?
Atatürk, alaycı bir bakışla şu karşılığı verdi:
- Bazen hiç olmadık adamlardan, ben çok şeyler öğrenmişimdir. Hiçbir
düşünceyi hor görmemek lazımdır. Neticede kendi fikrimi uygulayacak bile olsam,
herkesi ayrı ayrı dinlemekten zevk alırım...
Atatürk, bu alışkanlığını hayatının sonuna kadar değiştirmedi.
N.A. BANOĞLU, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, s.7-8
Türk
milletinin acı ve sıkıntılarını kendi içinde hisseden Atatürk, milletin içinde
bulunduğu sıkıntıları aşması için kendisini görevli bilmiş ve millet gerçek
anlamıyla kurtuluşa ermeden kendisinin asla rahat olamayacağını bir an bile
olsa unutmamıştır. O, yaşamını çok sevdiği milletine adayan onunla sevinmeyi
onunla üzülmeyi ve onunla varolmayı ilke edinen gerçek bir vatanseverdir.
Aşağıdaki anekdot Atatürk’ün millet sevgisini yansıtan sayısız örnekten sadece
birisidir.
Atatürk, “Mübarek vatan ve milleti parçalanmak tehlikesinden kurtarmak
ve düşman emellerine kurban etmemek için açılan Milli Mücadele’de, uğrunda
milletle beraber serbest bir surette çalışmaya resmi ve askeri sıfatım artık
engel olmaya başladı” diye istifasını vererek: Milletin bağrında mücadele için
yer aldığını bildirdikten sonra, Erzurum’da ilk kongreyi toplamakla uğraşırken,
İstanbul hükümeti de, durumundan fena halde kuşkulanarak, Sivas, Bitlis, Van ve
Erzurum vilayetlerine: (Askerlik mesleğinden istifa eden sabıkalı Paşa Mustafa
Kemal Bey, veyahut Efendi nerededir? Ne ile meşguldür, hangi işle
uğraşmaktadır? Acele bildirilmesi,” diyen telgraflar çektiği zaman, Erzurum’da
vali vekili bulunan Kadı Mehmet Hilmi Efendi de, telaşa düşmüş, ne cevap
vereceğini bilemiyerek, bir yandan İstanbul hükümetine:
“... Halihazırdaki vaziyetine göre, kendisi ikametgahında bulunarak
kendi işleri ile meşgul oluyor ve dışarıyla nadiren temasta bulunduğu
anlaşılmıştır.” diye cevap verirken, aynı zamanda meseleyi Mustafa Kemal
Paşa’ya da bildirmişti.
Bu cevabı görünce gülen Mustafa Kemal Paşa:
- Hocam, demişti, cevabın güzel ama, bakalım inandırabilecek misin?..
İstanbul’dakiler de, gerçekte, içleri rahat etmek için böyle bir cevap
isterlerse de, beni de bilirler... Benim kendi işlerim, milletin işlerinden
ibarettir. Yoksa, yazdığın gibi, evime çekilir, yan gelir, yatardım. Ne çare
ki, yatsam da, milletin geleceğini düşünürken, gözüme uyku girmez... Ama, sen
tekrar sorarlarsa, yine böyle de... Hatta, sizlere ömür, vefat etti, de!..”
Bu söz üzerine, üzüntüyle:
- Allah esirgesin Paşam, öyle söz olur mu? İnşallah çok yaşarsın!...
Deyince, Mustafa Kemal Paşa’nın cevabı şu olmuştu:
- Daha pek çok değil, yalnız milleti ve vatanı kurtarıncaya kadar...
Allah’tan başka bir şey istemem...”
N.A. BANOĞLU, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, s.76-71
Atatürk,
yurt sorunları ne kadar büyük olursa olsun asla yılgınlık göstermemiş,
başaramama gibi bir umutsuzluğa düşmemiştir. Bunun en büyük nedeni, O’nun
milletine olan güvenidir. Bu millet O’nun güvenine daima layık olmuş O da bu
güvenden asla şüphe duymamıştır. O her hareketinde Türk milletini arkasında
görmüştür. Aşağıdaki anekdot Atatürk’ün Türk milletine, Türk milletinin de
Atasına olan güvenini yansıtması açısından güzel bir örnektir.
Hatay sorununda Fransızların zorluk çıkardığı günlerdeydi. Atatürk,
sofrasına çağırdığı Fransız Fevkalade Komiserine içini döküyordu.
- Hatay işi, benim kişisel davamdır. Beni üzüyorsunuz. Korkarım ki, beni
meseleyi başka türlü halletmek zorunda bırakacaksınız.
Atatürk bu sözleri Türkçe olarak yüksek sesle söylüyor ve herkes
dinliyordu. Hazır bulunanlardan Kazım Paşa da onun sözlerini Fransızca’ya
çeviriyordu. Atatürk’ün “Beni Üzüyorsunuz” sözü salona yansır yansımaz arka
sıralarda bulunan bir genç ayağa kalkarak:
- Atatürk! Üzülme arkanda biz varız, diye bağırdı.
Atatürk birden başını sesin geldiği yöne doğru çevirdi. Kaşları
kalkmış, ürkünç bir çehre almıştı. Salon birden derin bir sessizliğe gömüldü. Herkes
Atatürk’ün gence sinirlendiğini sanıyordu. Oysa tam bu sırada gözlerini gence
diken Atatürk, onun bu sözüne karşılık olarak:
- Biliyorum çocuğum, onu bildiğim için böyle konuşuyorum, diye
karşılık verdi.
Ali Kılıç
Hadi BESLEYİCİ, Atamız Atatürk, s.91-92
Atatürk, Türk milletinin yetiştirdiği seçkin bir insan olmasına rağmen kendisini hiçbir zaman milletinin üstünde görmemiş, milletinin bir ferdi olmakla gurur duymuştur. “Millete efendilik yoktur, hizmet vardır. Bu millete hizmet eden onun efendisi olur,” sözüyle de bunu vurgulamıştır. Aşağıdaki anekdot Onun bu yöndeki düşüncesini yansıtan güzel bir örnektir.
Atatürk, kendisinin insanüstü bir varlık olduğunu söylemelerini hiç hoş
karşılamazdı. Çocukluk arkadaşı Nuri Conker’in sert şakalarını büyük bir neşe
ile dinler ve hepimizin önünde tekrarlatırdı.
Bir gün sofradakilerden biri:
- Paşam, demişti, kimbilir çocukluğunuzda ne müstesna bir insandınız.
Kimbilir ne eşsiz anılarınız vardır.
Atatürk güldü ve Conker’e döndü:
- Nuri anlatsın, dedi.
Nuri Bey her zamanki şakacı diliyle:
- Bakla tarlasında karga çobanlığı ederdi, yanıtını verdi. Deminki
soruyu soran kişi, sözün bu yola dökülmesinden fena halde ürktü. Soruyu ortaya
attığına bin kez pişman oldu.
- Aman efendimiz, diyecek oldu, Atatürk hemen sözünü kesti:
- Bana, insanlar üstünde bir doğuş atfetmeye kalkışmayınız.
Doğuşumdaki tek olağanüstülük Türk olarak dünyaya gelmemdedir.”
Hadi BESLEYİCİ,
“Atatürk’ü Anlamak”, s.117-118
Türk
milletinin en acılı günlerinde önderliğini yapan, yaptığı devrimlerle cehalete
ve yoksulluğa savaş açan, bunun sonucu ülkemizin bugünkü konumuna gelmesini
sağlayan Atatürk’e karşı, Türkiye’nin aydınlık insanlarının ödeyeceği bir vefa
borcu vardır. O borç, O’nun düşüncelerini kendimiz ve tüm insanlık için
geleceğe taşımaktır. Çünkü, O’nun düşünceleri akıl, bilim, sevgi, barış, ahlak
gibi vazgeçemeyeceğimiz güzellikler sunmaktadır. Türk insanı aşağıdaki
anekdotta da işaret edildiği gibi geçmişte O’nu bağrına basarak, her türlü
desteği vererek görevini yerine getirmiştir. Bundan sonraki görevin bize
düştüğü bu görevin de geleceğe koşmak olduğu unutulmamalıdır.
İzmir yolunda ilerliyorduk. Köylüler, askerlerimizin girişini
seyrediyorlar, onlara kırık testilerle su taşıyorlar, yürekten minnetlerini
anlatmak için paralanıyorlardı. Tam yanlarına vardığımız sırada, bir nakliye
kolu geçmemize engel oldu. Otomobil durdu. Atatürk istediği bir sigarayı yakmak
üzere gözlüklerini kaldırdı. O sırada otomobilin yanına sokulan sakallı bir
ihtiyar, koynundan muşamba rengini almış buruşuk bir kağıt çıkardı. Önce
kağıdı, sonra dikkatle Atatürk’ü süzdü. Yine kağıda yine Atatürk’e baktı. Bu
hareketi üçüncü defa tekrarladıktan sonra, şimdi hatırladıkça tüylerimi
ürperten bir sesle:
- Bu sendin! diye haykırdı.
Ve arkasını dönerek, köylülere bir mümin heyecanı ile bağırdı.
- Mustafa Kemal, dedi... Mustafa Kemal!...
Bu feryadı duyanların nasıl birbirine karıştığını düşünemezsiniz.
Biz bütün gayretimize rağmen onların birbirini çiğneyerek otomobile
dolmalarına engel olamadık. Çünkü onlar bilinci dışına taşmış bir sevgiden
kuvvet alıyorlardı. Atatürk’ün yüzünü, ellerini öpüyorlar, çizmesinin tozlarına
yüzlerini sürüyorlardı.
Salih BOZOK
Niyazi Ahmet BANOĞLU, Atatürk, Anekdotlar, Anılar s.116
Kurtuluş
Savaşı ülkemizin düşmanlardan temizlenmesini sağlamış ancak, gerçek kurtuluşu
sağlamamış sadece buna giden ortamı hazırlamıştır. Gerçek kurtuluş ülkenin bir
daha işgal gibi bir felaketi yaşamasına neden olabilecek etkenlerin tamamen
ortadan kaldırılmasıyla mümkündür. Bunun ise hurafelere dayalı yanlış inanış ve
anlayışları yıkacak kafaların bağımsızlığını gerçekleştirecek, ülke insanlarını
cehalet ve yoksulluktan kurtaracak adımları atmakla sağlanacağını iyi bilen
Atatürk, büyük bir kararlılıkla eğitim seferberliğine girişmişti. Kurtuluş
Savaşı’nın Başkomutanı artık çağdaşlaşma savaşının Başöğretmeni olmuştu.
Aşağıdaki anekdot Atatürk’ün cehalete karşı başlattığı mücadeleyi yansıtması
açısından güzel bir örnektir.
Kurtuluş Savaşı zaferle sona ermiş; vatan ve millet kurtulmuştu.
Bazıları sanıyordu ki, Atatürk’ün önderlik rolü artık bitmişti. Halbuki onun
kalbinde Türk milletinin yüzyıllardan beri şifa bulmayan yaraları kanıyordu;
anavatandan düşmanı kovmakla her şey tamam olmuyordu; o tekrar gelebilirdi.
Bunun önüne geçmek için kökleri içimizde olan sebepleri de yok etmek gerekirdi.
Atatürk en büyük derdin, halkın cahilliği olduğunu görüyor; onun kafasını
aydınlatınca hızla yükseleceğini biliyordu.
O sırada arkadaşlarından biri sordu:
- İşte memleketi kurtardınız. Şimdi ne yapmak istersiniz?
- Milli Eğitim Bakanı olarak milli kültürü yükseltmeye çalışmak en
büyük emelimdir.
Milli Eğitim Bakanı olmadı, Cumhurbaşkanı oldu. Fakat bütün devrimler
gibi eğitim devrimi de onun eseridir.
Halkın kültür bakımından yükselmesine başlıca engel, Arap harfleriydi.
Atatürk, 1927’de kararını verdi; 1928 kış ayları hazırlıkla geçti. Ağustosun
dokuzunda Perşembe günü İstanbul’da Sarayburnu’nda bir toplantıda halkla
konuştu ve kararını bildirdi; Latin harfleri kabul edildi. Savaşta
başkumandanlık eden Atatürk, “Başöğretmen” oldu. Seyahat ettiği yerlerde halkı
imtihan etti ve dersler verdi.
N.A. BANOĞLU, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, s.92-93
BU MİLLETVEKİLİ
AYRICALIĞINI HİÇ DE BEĞENMEDİM!..
Atatürk,
hayatı boyunca insanlara makam ve mevkileri nedeniyle ayrıcalıklı
davranılmasına karşı çıkmış ve toplumdaki bu ayrıcalıkları ortadan kaldırmak
için mücadele etmiştir. Atatürk’ün halkçılık ilkesi kanunlar önünde eşit,
sınıfsız ve ayrıcalıksız bir toplum yaratmak amacını gütmektedir. Aşağıdaki
anekdot O’nun bu özelliğini çok güzel yansıtmaktadır.
Atatürk, bir sabah Florya’dan Dolmabahçe Sarayı’na dönüyor. Yeşilköy
İstasyonu’nun önünden geçerken birdenbire otomobili durduruyor ve başyavere:
- Sorunuz, tren var mı? diye emir veriyor.
O sırada tren hemen hareket etmek üzeredir. Hep birlikte otomobilden
inip emrindekilerle birlikte trene biniyor.
Karar ani verildiği ve uygulandığı için, bu trene biniş hemen hemen
kimsenin dikkatini çekmiyor.
Bir süre sonra, her şeyden habersiz olan kondüktör, Ata’nın bulunduğu
kompartımana geliyor. Kafileyi görünce çekilmek istiyor. Ata hemen sesleniyor:
- Görevini yap!.. (Emrindekileri göstererek) Bu efendilere niçin bilet
sormuyorsun?
Emrindekiler cevap veriyor:
- Paşam biz milletvekiliyiz. Tren bileti almayız. Parasız seyahat
ederiz!..
Ata hayretle:
- Bu ayrıcalığı hiç beğenmedim, diyor. Çok ayıp ve acayip bir usul.
Çok güzel halkçılık!..
Niyazi Ahmet BANOĞLU, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, s.375
NEREDE SÖYLEDİ?
Atatürk
dünya sorunlarını, metafizik yöntemlerle değil, bilimsel yöntemlerle çözmeyi
düşünür ve isterdi. O, 22 Eylül 1924’te Samsun’da öğretmenlerle yaptığı
konuşmada şöyle demişti:
“Efendiler,
Dünyada her şey için, medeniyet için, hayat için, başarı için en hakiki
rehber ilimdir, fendir. İlim ve fennin dışında rehber aramak gaflettir,
(vurdumduymaz) cahilliktir, doğru yoldan sapmaktır. Yalnız, ilmin ve fennin
yaşadığımız her dakikadaki safhalarının gelişimini anlamak ve ilerlemelerini
zamanında takip etmek şarttır. Bin, iki bin, binlerce yıl önceki ilim ve fen
dilinin çizdiği kuralları, şu kadar bin yıl sonra bugün aynen uygulamaya
kalkışmak elbette ilim ve fennin içinde bulunmak demek değildir. Çok mesut bir
duygu ile anlıyorum ki hitap ettiklerim bu gerçekleri anlamışlardır. Mutluluğum
artıyor. Öğretmenlerimiz, eğitim ve öğretiminden sorumlu oldukları yeni nesli,
gerçeğin ışıklarıyla donatılmış bir şekilde yetiştireceklerine söz
vermişlerdir. Bu hepimiz için onur verici bir durumdur.”
Atatürkçülük (Birinci Kitap) s.63
BAĞIŞLAMA VE
HOŞGÖRÜ
Atatürk, yaşantısının her döneminde
hoşgörülü olmuştur. Baskıcı zihniyetin, insanın insan olma değerini yok
ettiğine ve gelişme duygusunu körelttiğine inanmıştır. O’nun amaçladığı
demokratik toplum modeli insanların baskı altında olmaksızın, fikirlerini
söyleyebildiği vatandaş olma bilincine erişmiş insanların oluşturduğu bir
toplumdur. Bu toplum modelinde baskıcı rejimlerin istediği tabi, kul, mürit ve
mensup gibi insan tipinin yeri yoktur.
Atatürk, tek bir konuda hoşgörü
göstermemiştir. O da Türk milletinin geleceğini karanlıklara sürüklemek isteyen
eski rejim özlemcileridir. Aşağıdaki anekdot Atatürk’ün bağışlama ve hoşgörü
konusundaki düşüncelerini yansıtması açısından önemlidir.
İmzasını okuyamadığım bir avukat şöyle yazıyor: Atatürk’ten söz
ederken “Düşmansız adam” demiştiniz. Kendisinin ağzından duyduklarımı bu
münasebetle tekrarlayayım:
1936 yılında, Ankara’da Ankara Palas Oteli’nin alt salonunda Çocuk
Esirgeme Kurumu’nun balosundayız. Baloyu onurlandıran Atatürk, herkesin dans
etmesini, eğlenmesini istiyor. Birden dans, neşe gürültüsü arasında, Atatürk’ün
masasından onun sesi yükseldi. Müzik de birden durmuştu.
Aynen ezberimden söylüyorum, ağzından şu sözler dökülüyordu:
- Uygarlık demek, bağışlama ve hoşgörü demektir. İlkel toplumlardır ki
kan davası güderler. Bağışlamaya, hoşgörüye dayanmayan uygarlık, zorbalığa
dayanan uygarlıktır ki, çöker... O, uygarlık değildir.
Sesi yavaşladı, yine yükseldi:
- İlkemiz iyi, güzel ve doğrudur... İyi ve güzelsiz, doğru olmaz...
Daima, her zaman, her yerde, iyi, güzel ve doğrunun birlikte olmasıdır. Her
zaman ve her yerde bağışlama...
- Bağışlama ve hoşgörü... Ancak ve ancak ulusal davalarda, ulusal
kalkınmada, sonuçları topluma etkili olan işlerimizde hoşgörünün yeri yoktur.
Kişisel kinleri, kişisel düşmanlıkları körükleyen ve güdenler ancak ve ancak
ilkel toplumlardır...
K. ARIBURNU, Atatürk , Anekdotlar, Anılar s.53
Asırlarca
ihmal edilmesine, horlanmasına, cehalet ve yoksulluğa mahkum edilmesine karşın
Türk insanının vatan sevgisi hiç azalmamış, yurdu ve milleti söz konusu
olduğunda, her şeyi bir tarafa bırakarak vatan uğrunda ölmekten şeref
duymuştur. Atatürk’ün en önemli güç kaynağı Türk milletinin bu özelliğiydi. O
kendisi de vatana bir şeyler vermek arzusuyla yaşama isteği duymuş, ihtiyaç
olduğunda canı dahil her şeyini vermekten asla çekinmeyeceğini çoğu kez düşünce
ve eylemleriyle göstermiştir. Aşağıdaki anekdot Atatürk’ün vatan sevgisini
yansıtması açısından güzel bir örnektir.
Atatürk Milli Mücadele’nin buhranlı günlerinde, Ankara civarında
yaptığı bir gezintiden dönerken, yolda sarıklı bir hocaya rasgelmişti.
Konuşurken, üstlerinden geçen uçağı göstererek, sordu:
- Hocam, bu uçak nasıl uçuyor?
- Ne bileyim ben?.. Öğretmediler ki bize?
- Peki, sen ne bilirsin?
- Ne mi bilirim? Bu uçağa bin dersin, binerim, oradan kendini aşağı
at, dersin atarım... İşte ben bunu bilirim ama, bunu da senden öğrendim, Paşam!
Mustafa Kemal, bu söz üzerine, yaşaran gözlerini hocadan ayırmadan:
- Var ol hoca!.. Ama, şunu da bil ki, ben de senin gibiyim... Ben de,
milletin hiçbir arzusunu, hiçbir istediğini, hayatım pahasına da olsa,
yapmamazlık edemem!.. diyebilmişti.
N.A.BANOĞLU, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, s.73-74
Türk
milletini dinsel hurafelerden ve bağnazlıktan kurtarıp Türkiye’yi çağdaş bir
ülke durumuna getiren Atatürk, yaptığı yeniliklerin İslam dünyasının diğer
ülkelerince de benimsenmesi için her fırsattan yararlanmıştır. Özellikle de
kılık kıyafetle inanç arasında ilişki kurmanın yanlışlığını İslam ülkeleri
halklarına göstermeyi amaçlamıştır. Çünkü giyimdeki bağnazlığın yıkılması
düşüncedeki bağnazlığın yıkılışını kolaylaştırabilirdi. İnsanların giydiği
kıyafetlerin dinsel olmadığını görmeleri bu konudaki inanç sömürüsünün ortadan
kaldırılması açısından oldukça önemli olsa gerek.
Atatürk, hiçbir zaman hoşgörü olsun diye
başkalarının çağdışı yaklaşımlarını onaylamamış, daima bu tür ikiyüzlülük
gösterisinden kaçınmış, doğruluğuna ve çağdaşlığına inandığı şeyleri ortamına
bakmaksızın yapmıştır. O’na göre doğru olan; başkalarının yanlışlarını
paylaşmak değil, başkalarını kendi doğrularında buluşturmaktır. Aşağıdaki
anekdot Atatürk’ün doğruluğuna inandığı ilkeleri savunmadaki ödünsüz
kararlılığını yansıtması açısından önemlidir.
Atatürk sağ iken, büyük İslam kongrelerinden birine biz de
çağrılmıştık. Kongre Mekke’de toplanacaktı. Atatürk’ün bir delege göndermeye
razı olup olmayacağını merak ediyorduk.
Hiç tereddütsüz karar verdi. Türklüğünden kibir denecek kadar gurur
duyan büyük adam, milleti ile aynı dinden olanları da gerilik ve kölelikten
kurtulmuş görmek için elinden geleni yapmak istemiştir. Müslümanlık yeniden
şereflendikçe nasıl Türklerin bundan manevi bir hissesi olacaksa, on
milyonlarca Müslüman ya geri, ya köle kaldıkça bundan Türklere de bir utanç
payı düşmemek ihtimali var mıydı?
Biliyordu ki Mekke’ye şapka ile gidilemez. Fakat daha iyi biliyordu ki
başlık ve kıyafet değiştirmekle din değiştirileceğini zanneden bir toplum ne
gerilik, ne de kölelikten sıyrılabilir. Milletvekillerinden Edip Servet Tör’ü
çağırdı:
- Mekke’ye gidip beni temsil edeceksin, dedi. Türksün ve Müslümansın.
Türklük, Müslümanlığın öncüsü ve kılavuzudur. Müslüman milletleri
uygarlaşmaktan alıkoyan batıl inançları yıkmak için Mekke’ye şapka ile
gireceksin. Kara taassup seni parçalamağa bile kalksa, başını vereceksin, fakat
eğilmeyeceksin.
Edip Servet Tör, Mekke’ye şapka ile girdi. Müslüman delegelerin en
fazla itibarlısı o idi. Kongrenin sonuna kadar, Mustafa Kemal mucizesine
hayranlık duyan heyetler arasında, Kemalist Türkiye’yi efendice temsil etti.
B.K. ÇAĞLAR, Atatürk Denizinden Damlalar, s.245
Atatürk
her ortamda Türk milletinin onurunu temsil ettiği bilinç ve sorumluluğuyla
hareket etmiştir. Türk milletinin onuru söz konusu olduğu durumlarda gerekeni
yapmaktan asla kendini alıkoymamıştır. Aşağıdaki anekdottaki söz bu konuda ne
ölçüde hassas olduğunu yansıtması açısından son derece önemlidir. Güya
sözleriyle jest yaptığını düşünen Yugoslav Kralı’na, Yunanlıların başına gelen
felaketi işaret ederek öyle bir bilgelikle ders vermiştir ki Kral söyleyip
söyleyeceğine sanırım bin pişman olmuş olsa gerek.
Yugoslavya Kralı Alexander Atatürk’ü ziyarete gelmişti. Atatürk kralla
odalarına çıkarlarken, Kral Alexander:
- Size bir sırrımı söyleyeceğim, dedi.
Biraz sonra misafir odasında koltuklara oturdular. Kral:
- Eğer, bazı Avrupa devletlerinin vaadlerine inanmış olsaydık,
Yunanlıların yerine Anadolu’ya biz çıkacaktık...
Atatürk gülerek Kralın elini sıktıktan sonra:
- Geçmiş olsun Kral Hazretleri!
N.A. BANOĞLU, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, s.189.
Büyük
devrimleri, idealleri uğruna ölümü göze alabilecek liderler yapabilirler.
Teokratik-monarşik Osmanlı devlet düzeninden demokratik-laik cumhuriyet
rejimine geçişi sağlayan Atatürk, bu eserini her türlü rejim karşıtına,
özellikle de gerici çevrelere karşı korumaya kararlıdır. Mücadelesinde yalnız
kalsa bile bu düşüncesinden vazgeçmeyecektir. Aşağıdaki anekdot Atatürk’ün bu
konudaki kararlılığını göstermektedir.
20.03.1923: Konya Türk Ocağı’nda verilen çayda:
Atatürk’ün söylevleri sırasında Türk Ocağı üyelerinden operatör Eyüp
Sabri’nin:
- Devrimlerimize karşı çıkan ve kendini din yolunu gösterme ile
yükümlü sayan bir sınıf var, bu sınıfa karşı ne gibi önlemle alınmıştır?
Sorusu üzerine Mustafa Kemal ayağa kalkarak sözüne tekrar başlamış ve
sonunu şöyle bitirmiştir:
- Benim ve benimle aynı görüşte arkadaşlarımın yapacağı şey mutlaka ve
mutlaka o adamı tepelemektir.
Sizlere bunun da ötesinde bir söz söyleyeyim. Mesela bunu sağlayacak
kanunlar olmasa, bunu sağlayacak meclis olmasa, öyle olumsuz adımlar atanlar
karşısında herkes çekilse ve ben kendi başıma yalnız kalsam, yine tepeler ve
yine öldürürüm.
(Atatürk’ün Söylev ve Demeçlerinden)
Türk
milleti, ahlak anlayışıyla, insan sevgisiyle, yardımseverliğiyle, hoşgörüsüyle ve
vatanseverliğiyle dünyanın en seçkin milletidir. Böyle bir milletin evladı
olmanın gururunu duyan Atatürk, Türklerin tarihin hiçbir döneminde puta
tapmadığını, şeytani inanışların peşinde koşmadığını, sapkınlık ve ahlaksızlık
göstermediğini, bundan dolayı da Allah’ın takdirini ve sevgisini hak eden bir
millet olduğunu düşünüyordu. Aşağıdaki anekdot Atatürk’ün bu konudaki
düşüncelerini yansıtması açısından güzel bir örnektir.
Ata’nın tarih-dil konularıyla yakından meşgul olduğu devreydi. Zaman
zaman Çankaya’daki toplantılarında davetli olarak bulunuyordum ve arzusu
üzerine dil kurumunda aktif görev almıştım. Din ve tasavvuf konuları üzerindeki
hizmetlerimi biliyordu. Böyle bir araştırma toplantısında birden bana hitap
ederek:
- Sizden bir ricam olacak, bir ülkeye ve millete Allah katından bir
peygamber neden gönderilir?
Şu cevabı verdim:
- O ülke ve millet veya kavim bilinen ve benimsenen ilahi emirler,
ahlak nizamı ve iman şartlarını tamamen inkar ve dünya için olumsuz örnek olursa,
onları doğru yola sevk için Allah tarafından görevlendirilir. Bütün semavi
kitapların birleştiği gerçek budur.
Nasıl derinden bir nefes aldığı, yüzündeki memnuniyet hatları, başıyla
onaylar şeklindeki hareketleri hala gözlerimin önündedir. Dedi ki:
- Evet... Çok haklısınız. İşte bu sebepledir ki yüce Tanrı Türk
ülkelerine ve milletine, bir peygamber göndermek gereğini duymamıştır. Çünkü
Türk milleti, İslamiyetten çok çok zaman önce vahdaniyet (Tek Tanrı) inancına
sahipti ve hiçbir devirde ahlak yapısını bir peygambere muhtaç olacak kadar
kaybetmedi. İnsanoğlunun yaptığı putlara da tapmadı.
Biliyorsunuz ki biz Türkler, İslamiyeti Vahdaniyet (Tek Tanrı)
inancını getirdiği için kabul ettik ve onun dünyaya yayılmasını biz sağladık.
Eğer Türkler Müslüman olmasaydı, İslamiyet, Musevilik gibi bölgesel bir din
olarak kalırdı. İslam dünyasına bu gerçeği anlatmak gerekir. Araplar
topraklarında üç semavi din peygamberinin gelmesiyle övünürler ve üstünlük
iddia ederler. Bizi de böyle bir nasipten mahrum olduğumuz için küçümserler.
Aslında bizim ahlak ve insanlık benliğimizi hiçbir devirde bir peygambere
muhtaç olacak kadar kaybetmemiş olmamızın ilahi takdir ve tasdikidir. Çünkü
hangi peygamberin nerede insanlara doğru yolu göstereceği Tanrı’nın takdiridir.
Bu gerçekleri görebilmiş din adamlarımızın milletimize bunları
anlatarak o topraklarda aradıklarının asıl ilham ve güç kaynağının kendi vatanı
olduğunu, karşıdakilerin atalarının ayıbını kapatmak için uydurduklarına
inanmalarını sağlamaları asıl görevleridir.
Velet İzbudak ÇELEBİ
ATATÜRK VE ÖZGÜRLÜK
İnsan hak ve özgürlüklerini savunmak
insanlık niteliklerini benliğinde taşıyan her kişinin en temel görevidir. Atatürk bu görevi verdiği demokrasi ve
özgürlük mücadelesiyle eksiksiz yerine
getirmiştir. Türk ulusu bu konuda Ata’sına çok şey borçludur. Ülke
gerçeklerinden kopuk bazı yarım aydınlar ile tutucu ve yobazların Atatürk’e yönelik “diktatör” suçlaması ise
büyük bir haksızlıktır. Bu suçlamalar hastalık halinin yansımaları olsa gerek.
Onlara en güzel cevap Atatürk’ün aşağıdaki sözleridir.
Özgürlük ve bağımsızlık benim
karakterimdir. Ben milletimin ve büyük
atalarımın en kıymetli miraslarından olan bağımsızlık aşkı ile yaratılmış bir
adamım.
Özgürlük olmayan bir ülkede ölüm ve
yok olma vardır. Her ilerlemenin ve kurtuluşun temeli özgürlüktür.
Bir millette onurun, saygınlığın,
namusun ve insanlığın meydana gelebilmesi ve devam ettirebilmesi, mutlaka o
milletin özgürlük ve bağımsızlığına sahip olmasıyla mümkündür.
Özgürlükten doğan bunalımlar ne
kadar büyük olursa olsun, hiç biz zaman fazla baskının sağladığı sahte
güvenlikten daha tehlikeli değildir.
Kişinin birinci hakkı, doğal
yeteneklerini serbestçe geliştirebilmesidir. Bu gelişimi sağlamak için ise, en
iyi vasıta, kişiye, bir başkasının benzer
hakkına zarar vermeksizin, tehlike ve zarar kendine ait olmak üzere, ona, kendi
kendine, istediği gibi sevk ve idare etmeye izin vermektir.
İşte bu serbest gelişmeyi sağlamak,
kişisel hakların oluşturduğu çeşitli özgürlüklerin temel amacıdır. Bu haklara
saygı göstermeyen siyasi toplum, asıl görevinde kusur etmiş olur ve devlet,
varoluşunun nedenini ve anlamını kaybeder.
Bunlardan dolayıdır ki Atatürk’e
karşı en büyük günahı ona diktatör diyenler işledi.
Atatürkçülük
I., S.177-181
Fikirlerin ve inanışların başka başka olmasından şikayet etmemek gerekir. Çünkü bütün
fikirler ve inanışlar bir noktada birleşirse bu hareketsizlik ve ölüm
belirtisidir. Böyle bir bir durum elbette istenmez. Bunun içindir ki, gerçek özgürlükçüler hoşgörünün genel bir
nitelik olmasını isterler. İyi niyetle bile olsa hoşgörüye karşı olunmasını
istemezler. Çünkü iyi niyetler hiçbir zaman hiçbir felaketi önleyememiştir.
Ruhun selameti için insanların yakıldığını biliyoruz. Bunu yapan
Engizisyon Papazları da herhalde iyi
bir şey yaptıklarından ve iyi niyetlerinden bahsederlerdi. Belki bu sözlerinde de samimi idiler. Böyle
bir ahmaklığa ya da herhangi bir
hainliğe de hoşgörü kılıfı uydurmak hiç
de zor değildir. İşte bu nedenledir ki, hoşgörüyü teslimiyetçilik derecesine
kadar götürmek doğru değildir. Gerçi özgür olmak herkesin hakkıdır, ve bunun
için gerçek özgürlükçüler, demokrasiye karşı olanlara da hak ve özgürlükler
verilmesini isterler. Fakat demokrasiyi savunanların demokrasiye karşı
olanların karşısında elleri ayakları bağlı kurbanlık koyun durumuna razı
olacaklarını düşünmek asla doğru değildir.
Unutulmamalıdır ki, bazı insanlar
geleceği geçmişin arasında görmek isterler. Bunlar bizi geri bıraktığı için terkettiğimiz anlayışın geri gelmesini isterler. Bu gibi
insanlar kendi inandıkları gibi olmayan kimseleri istedikleri gibi ezemezlerse
kendilerini rahatsız hissederler. Hoşgörüyü asla kabul etmezler.
Hoşgörünün arzu edildiği gibi
yaygınlaşması ve alışkanlık haline
gelmesi için, eğitim ve düşünce düzeyinin yüksek olması lazımdır.
Atatürkçülük
(Birinci Kitap) S.385
Ruşen
Eşref ÜNAYDIN diyor ki;
Barışın büyük savaşçısı ATATÜRK dövüş istemedi, barış kurdu. Kuzeyle,
Güneyle, Doğu ile, Batı ile ...
Dünya O’nu kendine düşman sanıyordu.
O dünyaya barış yolu gösterdi.
Neydi. Ruşen Eşref’i böyle düşündüren? Herhalde Atatürk’ün sevgi
ve insanlık kokan aşağıdaki düşünceleri olsa gerek ...
Yurtta barış, dünyada barış için
çalışıyoruz.
Barış yolunda nereden bir çağrı geliyorsa, Türkiye onu, istekle
karşıladı ve yardımlarını esirgemedi.
Türk Cumhuriyetinin en esaslı
ilkelerinden biri olan yurtta barış, dünyada barış amacı insanlığın ve
uygarlığın refah ve ilerlemesinde en esaslı etken olsa gerektir. Buna elimizden
geldiği kadar hizmet etmiş ve etmekte bulunmuş olmak bizim için iftihar
nedenidir.
Türkiye’nin güvenliğini amaçlayan,
hiçbir milletin aleyhinde olmayan bir barış politikası bizim her zaman
ilkemizdir.
Barış milletleri refah ve mutluluğa
eriştiren en iyi yoldur. Fakat bu kavram, bir defa ele geçirilince devamlı bir
özen ve dikkatli her milletin ayrı ayrı hazırlığını gerektirir.
Bizim düşüncemize göre uluslararası
siyasi güven ortamının gelişimi için,
ilk ve en önemli şart milletlerin hiç olmazsa barışı koruma fikrinde, samimi
olarak birleşmesidir.
Eğer devamlı barış isteniyorsa
kitlelerin durumlarını iyileştirecek uluslar arası önlemler alınmalıdır. Tüm
insanlığın refahı, açlık ve baskının yerine geçmelidir. Dünya vatandaşları
kıskançlık, açgözlülük ve kinden uzaklaşacak şekilde eğitilmelidir.
Atatürkçülük
(Birinci Kitap) s. 377-381)
Türk
ulusunu çağdaş dünyanın onurlu bir üyesi yapmaya çalışan Atatürk;
uluslararası dostluk ve işbirliğine
büyük önem vermiş ve dünyanın neresinde olursa olsun, hangi ulusu
ilgilendirirse ilgilendirsin her sorunun çözümüne katkıda bulunmak hususunda
duyarlılık göstermiştir. O’na göre bir ülkenin huzur ve barış içerisinde
yaşayabilmesi dünya barışının sağlanmasıyla mümkündür. Dünya barışına hizmet etmek kendi barışı
için de çalışmaktır. Kavganın ortasında, bir insanın huzurlu olabileceğini
düşünmek nasılki mümkün değilse, barışın egemen olmadığı bir dünyada da bir
ülkenin huzurlu olması mümkün değildir. Barışa katkının önemini vurgulaması
açısından Atatürk’ün aşağıdaki sözleri son derece önemlidir.
Atatürk, dünya milletlerini bir bütün
olarak görürdü. 17 Mart 1937’de Ankara Palas’ta Romanya Dışişleri Bakanı
Antonescu ile görüşürken bunu şöyle belirtmiştir:
“Şimdiye kadar noktalar ayrı ayrı
milletlere aittir. Fakat bugün bütün dünya milletleri aşağı yukarı akraba
olmuşlardır ve olmakla meşgullerdir. Bu itibarla insan, mensup olduğu milletin
varlığını ve saadetini düşündüğü kadar, bütün dünya milletlerinin huzur ve
refahını düşünmeli ve kendi milletinin saadetine ne kadar değer veriyorsa bütün
dünya milletlerinin saadeti için de elinden geldiği kadar çalışmalıdır. Bütün
akıllı adamlar takdir ederler ki, bu alanda çalışmakla hiçbir şey kaybedilmez. Çünkü dünya milletlerinin
saadetine çalışmak, diğer bir yoldan kendi huzur ve saadetini temine çalışmak
demektir. Dünyada ve dünya milletleri arasında barış olmazsa, bir millet
kendisi için ne yaparsa yapsın huzurdan yoksundur. Onun için ben sevdiklerime
şunu öneririm.
Milletleri yöneten kişiler, doğal
olarak öncelikle kendi milletinin varlığını ve mutluluğunu sağlamaya
çalışırlar. Fakat aynı zamanda bütün
milletler için aynı şeyi istemek lazımdır.
Bütün dünya olayları bunun
örnekleriyle doludur: En uzakta zannettiğimiz bir olayın bizi bir gün
etkilemeyeceğini bilemeyiz.
Bütün insanlar, bir sosyal
vücudun organlarıdır ve bu nedenle
birbirine bağlıdır. Mümkündür ki , vücudun
parmağının ucundaki acıdan diğer organlar etkilenmesin.
Em.
Tümg. M. ERENGİL, İlginç Olaylar ve Anekdotlarla Atatürk, S.84
Tarihteki
büyük liderlerin en belirgin özelliklerinden biri de ileri görüşlü olmalarıdır.
Bu özellik Atatürk’ün de temel niteliklerinden biridir. I. Dünya savaşının
kaybedildiği ve Anadolu’nun çaresizlik
içinde parçalanmayı beklediği günlerde O, işgalci güçlerin geçmişteki çıkar
çatışmalarının ve gelecekteki beklentilerini çok iyi analiz etmiştir. Bu
sömürgeci güçlere karşı oluşturulacak bir direnişin başarıya ulaşacağını
önceden görmüştür.
Günümüzde,Atatürk’ün Samsun’a
çıkışıyla ilgili bir yığın yalan yanlış söylemler bulunmaktadır.Bunlardan en
saçma olanı Atatürk’ün aslında Anadolu’ya geçmek niyetinde olmadığı,ancak
Vahdettin tarafından düşmanı yurttan kovmak amacıyla gönderildiği şeklindeki
akıl ve tarihsel gerçeklerle bağdaşmayan saçma sapan iddiadır.O dönemde
vahdettin Rauf ORBAY ile yaptığı bir görüşmede Anadolu insanını bir koyun sürüsüne
kendisini ise bu
sürünün çobanına
benzetmiştir.Bu yaklaşımdan da anlaşılacağı gibi, Vahdettin Türk insanının
içindeki cevheri göremeyen bir zavallıdır. Böyle bir zavallının milletin ve
devletin geleceği için bu tip planlar yapması mümkün değildir.Bu dönemde
Vahdettin, sadece kendi çağdışı yönetiminin devamını sağlamak için İngilizlerle
işbirliği yapma peşindedir.Nitekim, Milli Mücadele sırasında başta Anzavur ve
Kuvayı İnzibatiye olmak üzere çıkarılan isyanlar, Vahdettinin bu küçük
hesaplarının bir ürünüdür.Bütün bu çabalara rağmen Milli Mücadelenin başarıya
ulaşmasından sonra bu zavallı İngiliz kuklası, gerçek sahiplerinin bir gemisi
olan MALAYA Zırhlısı ile 17 Kasım 1922 tarihinde yurdumuzu terk etmiştir.
Aşağıdaki anıyı Sadi BORAK’a anlatan Refii Cevat (ULUNAY), Milli Mücadele boyunca Anadolu
Hareketi’ne muhalif olan ALEMDAR gazetesinde gazetecilik yapmış ve Milli
Mücadele boyunca bu hareketi baltalayıcı, kışkırtıcı yayınlar yapmıştır.Bu
nedenle 150’likler
listesi ile yurt dışına
sürgün edilmiş ve daha sonra ilan edilen genel aftan yararlanarak yurda
dönebilmiştir.Atatürk’ün düşmanı olan bu gazeteci bile tarihsel olayları
saptırmamış ve olduğu gibi naklederek Atatürk’ün büyüklüğünü kabul
etmiştir.Aşağıdaki anıda Vahdettin ile aynı dönemde Atatürk’ün Anadolu insanı
hakkındaki görüşleri ve Samsun’a çıkmadan çok önce Anadolu’nun kurtuluşu için
yapmış olduğu plan açıkça görülmektedir.
Atatürk hakkında ortaya atılan saçma
sapan iddilara verilecek en güzel cevap
Refii Cevat (ULUNAY)’ın aşağıda yer
alan anısıdır.
4
Şubat 1919 tarihinde Alemdar gazetesinin yazarlarından Refii Cevat (ULUNAY) M.
Kemal Paşa ile Şişli’deki evinde bir görüşme yapar. Refii Cevat bu görüşmeyi
şöyle aktarır. :
“Sorularımı bitirip veda etmek üzere ayağa
kalktığımda dedi ki:
-
Biraz daha oturunuz lütfen.
Oturdum. Şöyle bir konuşma geçti aramızda
-
Soracağınız sorular bitti mi?
-
Bitti Paşam.
-
Bu vatan içine düştüğü bu felaketten nasıl kurtarılır, istiklaline nasıl
kavuşturulur? Diye bir soru sormanızı beklerdim.
-
Af buyurunuz Paşa hazretleri, bugün içinde bulunduğumuz bu şartlardan bu
vatanın kurtulmasını en uzak ihtimalle dahi mümkün görmediğim için böyle bir
soru sormadım.
- Siz gene de böyle bir soru sormuş olunuz, ben de cevabımı vereyim, fakat yazmamak şartıyla.
-
Zatıalinizi dinliyorum Paşa hazretleri.
-
Bakınız Cevat Beyefendi, sizin imkansız gördüğünüz kurtuluş yolları vardır. Bu gün herhangi bir teşkilatçı Anadolu’ya geçer de milleti silahlı
bir direnişe hazırlarsa bu yurt kurtarılabilir.
“Heyecanlanmıştım. I. Dünya Savaşı süresince gücümüzü öylesine tüketmiştik ki elimizde hiçbir şey kalmamıştı. Harplerden sağ kalanların ise ayakta duracak halleri yoktu.
-
Nasıl olur Paşam! Diye yerimden
fırladım. Paşa sakindi :
-
Aklınızdan geçenleri tahmin ediyorum,
dedi; doğrudur. Görünüş tamamen aleyhimizde. Ama düşmanlarımız olan bu büyük
devletlerin bir de içyüzleri var.
-Nasıl
Paşam.
-Anlatayım.
Siz sanıyor musunuz ki, savaşı kazanmakla müttefikler aralarındaki bütün
sorunları çözmüşlerdir. Aralarındaki asıl rekabet şimdi başlayacaktır.
Asırlarca birbirleriyle boğuşan Fransızlarla İngilizleri ortak düşman tehlikesi birleştirdi. Şimdi o eski rekabet
bıraktıkları yerden tekrar başlayacaktır.
İtalya’nın da başı dertte. onlar da her an bir iç karışıklık yaşayabilirler. Sonuçta, Anadolu’da başlayacak
bir milli direnişle hiçbiri mücadele edecek durumda değildir. Böyle bir
mücadelenin tam sırasıdır.
-
Paşam, milli direniş, Güzel. Ama neyle? Hangi askerle, hangi silahla, hangi
parayla? Maalesef Paşam, kupkuru bir çölden farksız oldu bu güzel vatanımız.
-Öyle
görünür Refii Cevat Bey, öyle görünür. Ama çölden bir
hayat çıkarmak lazımdır. Çöl sanılan bu alemde saklı ve kuvvetli hayat vardır.
O, Türk milletidir. Eksik olan şey teşkilattır. Bu teşkilat organize
edilebilirse vatan da millet de kurtulur.
Mustafa
Kemal’e veda ettim; matbaaya geldim. Ne kafam almıştı ne mantığım. Daha doğrusu
anlattıkları bana deli saçması gibi gelmişti. Matbaada arkadaşlar anlat
diyorlardı; neler söyledi? Anlattım:
Şu sıralar Anadolu’ya geçilir, orada teşkilat kurulur, vatan
bağımsızlığına kavuşur, millet de özgürlüğüne kavuşurmuş, anladınız mı
arkadaşlar:
Bu deli değil, zır deliymiş.
O günlerde, o şartlar içinde İstiklal
Mücadelesine atılıp Türkiye’yi kurtarmaktan söz edenlere karşı herkes benim
gibi düşünürdü. O günlerde böyle düşünen TEK ADAM oydu; TEK ADAM.
Sadi
BORAK “ATATÜRK’ün İstanbul’daki Hayatı
Atatürk; Milli Mücadele Hareketine başlamak üzere, daha
kongrelerin düzenlendiği sıralarda ileride yapacağı devrimleri de kafasında
tasarlamıştı. O, bu devrimleri önceleri gizli tutmuştu. Mazhar Müfit (Kansu)
bunu şöyle nakleder:
“O, hatıra defterime ve günü gününe
her olayı not edişime hem memnun olur, hem de bazen şaka yapmaktan kendisini
alıkoymazdı.
- Hafızalarımız zayıfladığı zaman
Mazhar Müfit’in defteri çok işimize yarayacak derdi. Defteri getirdiğimi
görünce, sigarasını birkaç nefes üst üste çektikten sonra :
- Amma bu defterin bu yaprağını
kimseye göstermeyeceksin. Sonuna kadar gizli kalacak. Bir ben , bir Süreyya,
Bir de sen bileceksin, dedi,. Şartım bu ...
Süreyya da, ben de
:
- Buna emin olabilirsiniz Paşam ...
dedik.
Paşa bundan sonra :
- Öyle ise önce tarih koy !... dedi.
Koydum : 7-8 Temmuz 1919. Sabaha
karşı. Tarihi sayfanın üzerine
yazdığımı görünce :
- Pekala... yaz diyerek devam etti :
- Zaferden sonra hükümet şekli
Cumhuriyet olacaktır. Bunu size daha öncede bir sorunuz nedeniyle söylemiştim.
Bu bir.
İki : Padişah hanedan hakkında
zamanı gelince gereken yapılacaktır.
Üç : Tesettür (örtünme) kalkacaktır.
Dört : Fes kalkacak, medeni
milletler gibi şapka giyilecektir.
Bu anda gayri ihtiyari kalem elimden
düştü. Yüzüne baktım. O da benim yüzüme baktı. Bu, gözlerin bir takılışta
birbirine çok şey anlatan konuşuşuydu.
Paşa ile zaman zaman senli benli
konuşmaktan çekinmezdim.
- Neden durakladın? Deyince :
- Darılma ama Paşam, sizin de
hayalperest taraflarınız var dedim, gülerek :
- Bunu zaman gösterir. Sen yaz dedi.
Yazmaya devam ettim.
- Beş : Latin harfleri kabul
edilecek.
- Paşam yeter... yeter... dedim ve
biraz da hayal ile uğraşmaktan bıkmış bir insan edası ile :
- Cumhuriyetin ilanını başaralım da
gerisi yeter diyerek, defterimi kapadım ve koltuğumun altına sıkıştırdım. İnanmayan bir adam tavrı ile :
- Paşam sabah oldu. Siz oturmaya
devam edeceksiniz, hoşçakalın diyerek
yanından ayrıldım. Gerçekten de gün ağarmıştı. Süreyya da benimle beraber
odadan çıktı. Fakat burada ve bu anda
olayların beni nasıl yanıltıp ve M. Kemal’i
doğruladığını daha doğrusu
Mustafa Kemal’in beni nasıl bir cümle ile mahcup ettiğini itiraf
etmeliyim.
Çankaya’da akşam yemeklerinde birkaç
defa :
- Bu Mazhar Müfit yok mu kendisine Erzurum’da tesettür
kalkacak, şapka giyilecek, Latin harfleri kabul edilecek dediğim ve bunları not
etmesini söylediğim zaman defterini koltuğunun altına almış ve bana hayalperest
olduğunu söylemişti” dedi.
Em.
Tümg. M. ERENGİL “İlginç Olaylar ve
Anekdotlarla Atatürk, S.29-30”