MUSTAFA KEMAL PAŞA İLE SÖYLEŞİ

Köy Ağasının Silahlığı

Zülüflü İsmail Paşa

Atatürk ve Köylü

Sevgisini Kaybetmekte Ne Anlam Var

Atatürk’ten Bir Vefa Örneği

Atatürk ve Kin

Hacer Nine

Atatürk’ün Eşitlik Anlayışı

Atatürk Kendisine Suikast Yapacak Adamla Karşı Karşıya

İngiliz Kralı’na Verilen Ziyafet

Bir de Onbaşı Görsün

Ölmeyi Tercih Ederiz

Bulunur

Neler Yapılmaz

Vatan Elden Giderse

Aradaki Fark

Sultan Bacı

Türk Askeri

Millete Güveni

Atatürk ve Nöbetçi

Atatürk’e Hakaret Eden Köylü

İşte Türk Askeri Budur

Düşmandan Kaçılmaz

Atatürk’e Bir Köylünün Cevabı

Babasının Tarlası

Bir Karış Sakal

Reşid Galip’in Kafa Tutması

Atatürk’ün Ağzından Türk Köylüsü

Atatürk ve Adalet

Mustafa Kemal Paşa ve Yunan Kuvvetleri Komutanı Trikopis

Mustafa Kemal Hakiki Bir Türk Milliyetçisi idi

Söylediğini Yapardı !

 

 

 

ANILARLA

           A

        T

        A

        T

        Ü

        R

        K

 

 

Ne Diyorsun ?

Gericiliğe Yağma Yok

Ölülerden Yardım İstenmez

Kamçısız Yönetim

Devlet ve Bürokrasi

Anadolu’yu Dinlediniz mi ?

Kırk Asırlık Türk Yurdu

Yere Düşen Bardaklar

Atatürk’ün Yargıç Kararına Saygısı

Vatan İçin

Annesini Yitirmesi

Milletine İnancı

Soramazdım

Atatürk ve Milli Birlik

Mehmetçiğin Hakkı

Bu Millet O Kadar Zengin Değil

Türkiye’ye Kin Yakışmaz

Genelgeyle Olmaz

Fikir Danışma

Atatürk’ün Coşkun Tezahürler Hakkında Bir Yargısı

Ölmez Bu Vatan

 Milleti Kurtarıncaya Kadar

Doğuşundaki Olağanüstülük

Bu Sensin

Başöğretmen

Millet Adamıydı

Mekke’ye Şapkayla Gireceksin

Geçmiş Olsun

Yine Tepeler , Yine Öldürürüm

Vahdaniyet (Tek Tanrı) İnancı

Atatürk’e Göre Hoşgörünün Sınırı

Atatürk ve Barış

Atatürk ve Milletlerin Mutluluğu

Atatürk Reformları 1919 Yılında Tasarlanmıştı

Bu bayrağı Yerden Kaldırınız

Bayrak Çiğnenmez

 

 

 

 

 

 

KÖY AĞASININ SİLAHLIĞI

 

Türk kültür değerlerine yabancılaşmış olan Osmanlı yönetici ve aydınları, Türkçe’nin yok olması pahasına ülkede Arapça’nın bilim, Farsça’nın edebiyat dili olarak kullanılmasına izin vermişlerdir. Bu durum bir taraftan eğitimin yaygınlaşmasını önleyip halkın cehaletine neden olmuş, diğer taraftan kendi halkından kopuk, onun değerlerini küçümseyen, Arap kültürünün ürünü olmayan her şeyi küfür kabul eden, Arab’ın kendisini de dilini de kutsal gören yobaz bir aydın tipinin doğmasına neden olmuştur.

Bu aydın tipinin Cumhuriyetin ilk yıllarındaki temsilcileri; Türkçeyi zenginleştirerek bilim ve kültür dili yapmak, sadeleştirerek halkla aydın arasındaki kopukluğu gidermek amacıyla yapılan dil devrimine, Türkçe’nin yetersiz olduğu savıyla karşı çıkmışlardır. Oysa onlar, yapısı itibarıyla Türkçe’nin, dünyanın en zengin dillerinden birisi olduğunu bilmekteydiler. Ancak, Arap kültürüne tutsaklıkları ve Arapça’yı bilme imtiyazlarını kaybetmek istememeleri gerçekleri söylemelerini engelliyordu. Aşağıdaki anekdotta ikiyüzlülerin dil konusundaki ilkel yaklaşım anlayışlarını Atatürk oldukça ilginç bir şekilde dile getirmektedir.

 

 

“Arabınkini Arab’a, Aceminkini Acem’e geri verirsek, bize uzun kollu bir Buhara hırkasından başka bir şey kalmaz.”

Buhara hırkasını nedense hor gösteren bu söz, Meşrutiyet devrinde sayılı birkaç dilseverin, dilimizde denemek istedikleri tasfiye (arıtma) işini, Türkçe için bir yıkım sayan ünlü bir yazarımızın sözüdür.

Dil devrimi başladığı sıralarda da aydınlarımızın çoğu bu kuruntuda idi.

Türk’ün anayurttan ayrıldığı zaman dil varlığını uzun kollu bir hırkaya benzetenlerin bu mantık zavallılığına Atatürk acırdı. O, Türk’ün her şeyine inandığı gibi dilinin de yeterliğine, enginliğine sonsuz bir inanç beslerdi. “Tarihin akışını oradan oraya çevirmiş, yer yer bunca uygarlık ocakları kurmuş bir ulusun dili bu denli yoksul olabilir mi idi?” diye soruyor ve sözünü aşağı yukarı şöyle tamamlıyordu: "Araplarla tanışıncaya dek Türk’ün devlet, hükümet, hukuk, adalet gibi uygar kavramlara; şeref, namus, insaf, vicdan gibi yüksek duygulara birer ad vermemiş olması düşünülebilir mi? Belli ki her ulusta görüldüğü üzere Türk’ün de tarihte gaflet anları olmuş, birçok varlıklarına ve bu arada diline de bakmaz olmuştur. Biz şimdi ulusal benliğimize kavuştuğumuz gibi öz dilimize de kavuşacağız.”

Atatürk bir ulusun dil varlığı bakımından, aslında bu denli yoksul olamayacağını bir örnekle belirtmek için şu öyküyü sık sık anlatırdı:

“Vaktiyle zengin bir köy ağası şehirde hamama gitmiş. Yıkanmış... Kurulanmış... Giyinmek için bohçasına el attığı zaman bir de bakmış ki silahlığından başka her şeyi çalınmış. Başlamış hamamcılardan hesap sormaya.

Hamamcılar ağanın şantaj yaptığını, yoksa çalınan çarpılan bir şey olmadığını ileri sürmüşler. Bunun üzerine o da silahlığını çıplak beline geçirerek ortaya çıkmış ve şöyle haykırmış: “Görenler Allah için söylesin, ben buraya bu kılıkta gelebilir miydim?”

Atatürk öyküsüne şunu da katardı:

            - Ağanın hamama çıplak gelmediğine herkesin aklı yattı ama, Türk’ün yurdundan dilsiz çıkmadığına hala akıl erdiremeyen gafiller vardır.

 

            A.H. PAR, M.A. ÖNEN, Atatürk’ü Anlamak, s.119-120

 


 

 

ZÜLÜFLÜ İSMAİL PAŞA

 

            Osmanlı yöneticilerinin halktan kopukluğunu halkın cehaletinin, yoksulluğunun ve ezilmişliğinin en önemli nedeni olarak gören Atatürk; Cumhuriyet yöneticilerinin halkla iç içe olan, halkın sorunlarını halkın gözüyle görebilen, kendi kusurlarını halkın eksiği saymayan, eksikliklerinin özeleştirisini yapabilen akılcı, ilkeli, çağdaş ve hepsinden önemlisi halkını seven halkın mutluluğunu kendi mutluluğu olarak görebilen insanlar olmasını istemiştir.

            Atatürk, sık sık yurt gezilerine çıkmış, halkla iç içe olmuş, halkın koşullarını, beklentilerini ve yapabileceklerini halkın gözüyle görmüş ve önemli devrimleri bu çerçevede yapmıştır. Bazılarının ileri sürdüğü gibi O, devrimleri halka rağmen değil, yüzyıllardır halkın kutsal değerlerini sömüren, halkın cehaletin ve yoksulluğundan beslenen halk düşmanı yobazlara rağmen yapmıştır. O’nun gerçekçiliğini ve halkın sorunlarına bakış açısını aşağıdaki anekdot çok güzel yansıtmaktadır.

 

 

Antalya’ya gidiş Yozgat’tan dönüş, kar, kış...

Çankaya Köşkü’nün rahat ve sıcak salonlarına dönüşte Mustafa Kemal çevresindekilere şu hikayeyi anlatır:

“Biz Harbiye’de öğrenci iken, okulun sobaları yanmazdı. Bütün kış, titreşir dururduk. Nihayet bir gün arkadaşlar beni müdüre çıkarmak için seçtiler. Müdür, Zülüflü İsmail Paşa adında bir saray adamı idi. Müsaade aldık, huzura çıktık; önce Padişaha sonra müdüre dualarımızı arz ettik. Nihayet, maksada geldik, işi anlatmak istedik. Ama müdür, daha ilk cümlelerde kükredi: Ne soğuğu be nankörler! Padişah nimeti gözünüze dizinize dursun. Görmüyor musunuz? Sobalar nasıl gürül gürül yanıyor. Defolun buradan! Gerçekten, müdürün sobası gürül gürül yanıyordu. Müdür, buram buram terliyordu, sıcaktan göğsünü bağrını açmıştı ve zannediyordu ki, bütün okulun sobaları da böyle yanar... Çocuklar, biz bu Çankaya Köşkü’nde, bazen, galiba bu Zülüflü İsmail Paşa gibi kendimizi aldatıyoruz...”

İşte Mustafa Kemal sadece gerçekçi değil, özeleştiriden çekinmeyen açık sözlü bir gerçekçi idi.

Zaman zaman gerçekten, kendini çevresinde esen havaya kaptırmayan lider yoktur. Bütün liderlerin yaşamlarında bir an gelir ki, liderle gerçeklerin arasına, her liderin bilinç altında yaşayan beşeri içgüdülerinin hatta beşeri zaaflarının perdesi girebilir. Ama, gerçek lider odur ki, yapay olan, iğreti olan perdenin arkasında kalmaz ve eriyip gitmez.

 

Noelle ROGER, Olaylar ve Atatürk, s.39

 

 

 


 

 

ATATÜRK VE KÖYLÜ

 

Yüzyıllar, Türk halkı içerisinde en çok Türk köylüsünün ezilmişliğine tanıklık etmiştir. Türkiye’nin gerçek sahibi ve efendisi, gerçek üretici olan köylüdür diyen Atatürk, köylünün ihmal edilmişliğini bir türlü kabullenememiştir. Yapılmış olan haksızlıkları 1 Mart 1922’de Meclis’te yaptığı bir konuşmada şöyle dile getirmiştir.

“Efendiler!... Yedi yüzyıldan beri dünyanın çeşitli ülkelerine göndererek, kanlarını akıttığımız, kemiklerini topraklarında bıraktığımız ve yedi yüzyıldan beri emeklerini ellerinden alıp savurduğumuz ve buna karşılık he zaman aşağılama ve alçaltma ile karşılık verdiğimiz ve bunca özveri ve bağışlarına karşı iyilik bilmezlik, küstahlık ve zorbalıkla uşak durumuna indirmek istediğimiz bu soylu sahibin önünde büyük bir utanç ve saygıyla gerçek durumumuzu alalım.”

Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren Atatürk bu sözlerinin takipçisi olmuştur. O yokluk yıllarında devlet bütçesinin yarısını oluşturan aşar vergisini kaldırarak köylüyü vergi yükünden kurtarmış, örnek çiftlikler kurmak, ucuz kredi vermek, tohum dağıtmak, üretime yönelik eğitimi köylünün ayağına götürmek gibi hizmetlerle de yüzyılların haksızlıklarını biraz olsun gidermek için çalışmıştır. Aşağıdaki anekdot Türk köylüsünün o günkü durumunu ve Atatürk’ün bakış açısını yansıtan örneklerden biridir.

 

 

 

Atatürk, sık sık memleketi dolaşan bir liderdi. Çiftçi ile, işçi, sanatkar, esnaf ile konuşur; memleketin derdini arar bulur, meclise getirir, milletvekillerinden, bakanlardan hesap sorardı.

İşte böyle yurt gezilerinden birinde Orta Anadolu’da tarlasında çift süren bir çiftçi ile karşılaşmıştır.

- Kolay gele, bereketli ola ağa.

- Allah razı olsun bey

- Hayrola ağa, öküzün teki ne oldu?

- Devlete borcumuz vardı bey, icra kapımızı çalınca çaresiz kaldık, koca öküzü satıp borcumuzu ödedik.

- “Sağlık olsun ağa” diyerek konuşmasını kısa kesmiştir.

Çiftçinin adı Halil Ağa idi. Atatürk’ün yanındakiler, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, Salih Bozok, Kılıç Ali, Hüsrev Gerede, Emir Subayı Resuhi Bey, daha birkaç yakını vardı. Yürüyorlardı. Atatürk düşünceli idi. Salih Bozok’u yanına çağırdı. Salih, yarın sabah git, Halil Ağayı bul, bana getir. Benim kim olduğumu sorarsa, bizim bey seni bir kahve içmeye çağırıyor de.

Ertesi gün Salih Bozok, Halil Ağa’yı bulmuş Atatürk’ün yanına getirmiştir. Atatürk ayağa kalkarak; “Buyur Halil Ağa” deyip bir sandalye göstermiştir. Zamanın başbakanı İsmet İnönü de salonda bulunuyordu ve olanlardan habersizdi. Atatürk Halil Ağa’ya dönerek: “Halil Ağa, anlat şu vergi işini bir daha” demişti.

Halil Ağa, vergi borcunu, icrayı, satılan öküzünü tekrar anlattı. Atatürk kaşlarını çatarak, İsmet Paşa ve Şükrü Kaya’ya dönerek; “Arkadaşlar, biz İstiklal Savaşı’nı Halil Ağa’nın öküzünü icra yoluyla satalım diye yapmadık. Bu memlekette adaleti, vatandaşı böyle mi koruyacağız, gerekirse vergi borcu ertelenebilir. Köylünün çift sürdüğü öküzü elinden alınmaz.”

Halil Ağa “Sen Atatürk Paşamsın galiba, beni bağışla, kusur ettim” diye yalvaracak oldu.

“Sana güle güle Halil Ağa, sen bizim gözümüzü açtın” diye Halil Ağa’yı ayakta uğurlamıştı. Atatürk Türk Köylüsünün borcu konusunda çok titiz davranmıştır.

 

Noelle ROGER, Olaylar ve Atatürk, s.41-42


 

 

 

SEVGİSİNİ KAYBETMEKTE NE ANLAM VAR?

 

Türk insanı duygu insanıdır. Hep sevmek ve sevilmek ister, yeter ki birisine inansın, birisini sevsin o sevgi onda ölümsüzleşir. Türk, Atasını da böyle sevdi, O’nu duygularında canlandırdığı şekliyle gönlüne resmetti. Zihninde O’nu yüceltebildiği kadar yüceltti. Atatürk de yaşamı boyunca bu sevginin getirdiği sorumluluğun bilinciyle hareket etti. Türk insanının mutluğunu kendi mutluluğu olarak gördü.

Aşağıdaki anekdot Türk insanının kendisine hizmet edenlere bakışını ve Atatürk’ün bu bakış açısına yaklaşımını gösteren güzel bir örnektir.

 

 

Bir gün Çankaya yöresinde bir köylü evine gitmiştik. Evde ihtiyar bir köylü karısı ile oturuyordu. Bize ikram edilen kahveleri içerken Atatürk bana köylü ile konuşmamı söyledi. Köylüye ilk aklıma geleni sordum.

- Sen Gazi’yi tanır mısın?

İhtiyar beni saçma bir soru sormuşum gibi küçümseyerek süzdü:

- Gazi’yi tanımayan var mı ki, dedi ve ekledi:

- Ben görmedim ama, her hafta Hacı Bayram Camii şerifinde Cuma namazı kılarmış. Taa göbeğine kadar sakalları varmış. Melek gibi, nur yüzlü, peygamber gibi mübarek bir ihtiyarmış...

Gülmemi zor tutarak Atatürk’ün genç ve tıraşlı yüzüne baktım. O, kaşlarını çatarak kendisini tanıtmamamı emretti. Dışarı çıktığımız zaman da güldü ve:

- Varsın, dedi, o öyle bilsin. Gerçeği öğrenmek belki biçarenin hayalini yıkar, onun hayalindeki şirin sakallıyı öldürüp de sevgisini kaybetmenin ne anlamı var.

 

Hadi BESLEYİCİ, Atamız Atatürk, s.87-88

 

 

 

 

 

ATATÜRK’TEN BİR VEFA ÖRNEĞİ

 

Atatürk kişisel yaşamında arkadaşlık ve dostluğa büyük önem vermiştir. Yaşamı boyunca birçok dostu olmuş, bunların arasında farklı ırktan ve dinden insanlar da bulunmuştur. Arkadaşlarından kimileriyle uzun yıllar görüşmese de onlara olan vefa duygusunu hiçbir zaman yitirmemiştir. Aşağıdaki anı Atatürk’ün vefa duygusunu ve ırkçılıktan uzak insancıl anlayışını yansıtmaktadır.

 

 

Mustafa Kemal’in dostları arasında İğneciyan adında bir de Ermeni vatandaş vardı. Zengin bir kişidir. Sık sık Mustafa Kemal’i Şişli’deki evinde ziyaret etmekte ve kendisine birçok yardımlarda bulunmaktadır.

Mustafa Kemal Anadolu’ya geçtikten sonra bir Ermeni örgütü ile ilgisi olduğu iddiasıyla İğneciyan’ı tutuklayıp Malta’ya sürüyorlar. Tüm servetine el konuluyor.

İğneciyan Malta’dan döndükten sonra üzerinde bir elbisesinden başka hiçbir şeyi olmayan fakir bir kişi durumundadır. Bir de kızı vardır. Yedikule’de bir gecekonduya sığınmışlardır.

Atatürk zaferi kazanmış, devlet başkanı olmuştur. Devrimler için geceli gündüzlü çalışmaktadır.

Atatürk 1927’de ilk kez İstanbul’a gelmiştir. Bu İğneciyan için iyi bir fırsattır. Hem dostunu görmek, hem de uğradığı haksızlığı anlatmak için doğruca Dolmabahçe sarayına gider. İlgili memura başvurur:

- Ben, Gazi hazretlerini görmek istiyorum.

- Sen kimsin?

- Ben İğneciyan... Gazi’nin eski bir dostuyum, arkadaşıyım.

Memur, İğneciyan’ı baştan aşağı süzer. Kılık kıyafeti pek güven verici değildir. Bir bahane uydurarak atlatır. Birkaç kez daha başvurur, fakat sonuç alamaz.

Bir gün de kızını alıp birlikte saraya giderler. O gün sarayın önünde olağanüstü bir hal vardır. Motor sesleri, sağa sola koşturan insanlar. Bu, Gazi’nin bir geziye çıkacağına işarettir.

Polisler ve muhafızlar oradan uzaklaşması için İğneciyan’a işaret ederler. O sırada Gazi de Saray’dan çıkmıştır. Etrafındaki insan çemberi arasında otomobiline doğru ilerlemektedir.

O anda İğneciyan’ın kızı fırlayarak insan çemberini yarıp Gazi’nin karşısına sokulur. Gazi sorar:

- Kim bu kız?

Kız cevap verir:

- Ben İğneciyan’ın kızıyım.

- Nerede baban?

- Dışarıda bekliyor, sokmuyorlar...

Gazi hemen emir verir. İğneciyan’ı huzuruna alırlar. İki dost özlem içinde kucaklaşırlar. İğneciyan başından geçenleri anlatır. Gazi’nin gözleri dolu dolu olur. Emir verir. Gerekli soruşturma yapılır. İğneciyan’ın haklı olduğu anlaşılır ve alınan malları geri verilir.

Yıl 1938... Kasım’ın 12’si... Atatürk’ün acı kaybına dayanamayan İğneciyan üzüntüsünden ölür.

Bu ölümlü dünyanın en güzel şeyi karşılıklı vefalardır.

 

Hadi BESLEYİCİ, Atamız Atatürk, s.65-66

 

 

 

 

 

 

ATATÜRK VE KİN

 

Atatürk, bir işi yaparken fayda ve zararını sadece kendisi açısından değerlendiren insanların bencil olduğunu düşünürdü. Asıl olan insanların yaptığım iş başkalarına ve özellikle benden sonra geleceklere ne kazandırır veya ne kaybettirir, diye düşünebilmeleridir. Bu anlayış insanları bencillikten uzaklaştırır, ufkun ötesini görmelerini sağlayarak başkaları için bir şeyler yapmanın zevkine onları ulaştırır. İnsanların bencil, kinci ve bağnaz olmalarında bu düşünceden yoksunluk vardır. Aşağıdaki olayda görevini yapmadığından dolayı evlatlarının zarar göreceğini düşünmeyen babayla, kendini o görevlinin evlatlarını düşünmek zorunda hisseden gerçek baba Atatürk’ün anlayış farkını yansıtmaktadır.

 

 

Atatürk’ün asla kini yoktur. Bir kimseye ne kadar kızarsa kızsın, bir süre sonra affeder, olanları unutur, bir daha duymak bile istemezdi. Bu yüzden civarındakilerden birçokları zaman zaman gözden düşer, sonra yeniden affedilir, yeniden eski mevkiini alırdı. Fakat, asla göz yummadığı şey, bir kimsenin ekmeğiyle oynanmasıydı.

Yeni harflerin kullanılmasının kararlılıkla takip edildiği dönemde bir seyahati esnasında bir hükümet bürosuna girdi. Açtığı bir defterde bir deste eski harflerle yazılmış notlar ve kağıtlar buldu. Defterin sahibi yaşlı bir memurdu.

Atatürk, hayatında ender rastlanan bir hiddetle memurdan başladı, amirde bitirdi, hepsini kovdu. Dışarı çıkarken de:

- Bunlar mikroptur, efendim! Milli bünyenin iyiliği namına temizlenmeli!... diye bağırdı.

Akşam oldu, vilayet konağında bir ziyafet vardı. Bir aralık söz yine yeni harflere geldi. Atatürk, valiye sordu:

- Bugünkü yobazlara ne yaptın?

Vali:

- Görevlerine son verdim, paşam. Esasen ücretli hizmetlilerdi.

Atatürk durakladı, sonra usulca:

- O olmadı işte!... dedi. Bu adam, kabahatli, muhakkak!... Fakat, çoluğunun çocuğunun suçu ne? Onları aç bırakmaya hakkımız yok. Onu görevine usulca iade et!...  Biz adamları cezalandırmalıyız, ama ekmekle oynamak doğru değildir!...

 

N.A. BANOĞLU, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, s.325-326

 

 

 

 

 

 

HACER NİNE

 

Türk kadını vatana hizmette, asla erkeğinden geri kalmamış, hatta ondan ileri olmuştur. Göz bebeği evlatlarını vatan uğrunda şehit vermeyi şereflerin en yücesi kabul edip, acılarını içine gömmesini bilmiştir. O, kimi zaman kocasını ve evlatlarını cepheye gönderip evinin nafakasını tek başına çıkaran, kimi zaman cephane taşıyan, kimi zaman yaralıların yaralarını saran, kimi zaman da cephede bizzat savaşan kahramanlık, sevgi ve şefkatin temsilcisi Türk anasıdır. Aşağıdaki anekdotun kahramanı “Hacer Nine” de kocasını, evlatlarını ve torunlarını şehit vermiş, şehitlerin sevgisini, Atatürk sevgisiyle özdeşleştiren yüce Türk kadınının temsilcisidir.

 

 

Hacer Nine yine bunalmıştı. İçi içine sığmıyordu. Beş gözlü evinin içi yine birkaç gündür zindan kesilmişti. Düşündükçe yüreği yerinden kopuyordu. Yetmiş yaşındaki bu kimsesizlik ona büsbütün koymuştu.

Kocasını Yemen’de kaybetmişti. Bir oğlu Balkanlarda, ikisi de çöllerde kalmıştı. Bir gelini ile üç torunu vardı. Gelini hastalıktan öldü, torunlarının biri de Büyük Muharebede şehit düştü. Birisi İkinci İnönü’den dönmedi.

En son torununu da Sakarya’ya gönderdi. Bir gün haber aldı ki en son delikanlısı da Duatepe Muharebesinde öteki ağalarının yanına göçüp gitmişti.

Çok ağladı. Fakat, Sakarya Savaşı kazanıldı haberi gelince ağlaması durdu, gülmeye başladı.

Ondan sonra vakit vakit böyle bunalırdı. Ve her bunalışında çarıklarını çeker, değneğini alır, Ankara’nın yolunu tutardı. Bu sefer de öyle yaptı. Saatlerce yürüdükten sonra ikindide Ankara’ya geldi, doğruca gitti, Büyük Millet Meclisi’nin kapısı önünde durup çömeldi.

Aradan biraz vakit geçti, sordular:

- Nine, ne istiyorsun?

- Hiç, hiçbir şey.

- Ya neden burada duruyorsun?

- Onun gözlerini görmek için çıkmasını bekliyorum.

- O dediğin kim?

- Gazi Paşa.

Sonunda hikayesini anlattı ve dedi ki:

- İşte böyle, ara sıra çok bunaldıkça buraya gelirim. O, Millet Meclisi’nden çıkarken gözlerine bakarım. Mavi gözbebeklerinde bütün şehitlerimin gözlerini görür gibi olurum. Son içime bir ferahlık dolar, kalkar köyüme giderim.

İşte siperlerde evlat, torun gömmüş Türk Ninesi buna derler.

 

N.A. BANOĞLU, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, s.29-30

 

 

 

 

 

 

ATATÜRK’ÜN EŞİTLİK ANLAYIŞI

 

Çağdaş insan, görevlerini en verimli biçimde yürüten, mal ve hizmet üretmeyi insanlık onurunun gereği olarak gören, insanları mevkilerine göre değil hizmetlerine göre değerlendirebilen insandır. Atatürk yaşamı boyunca insanları bu esasa göre değerlendirmiş, görevini sorumluluk bilinciyle yürüten insanları hem takdir etmiş, hem de onlara saygı duymuştur.

Atatürk, devlet hizmetinde çalışanların görevleri süresince sevecen, adil olmalarını, keyfi ve zorbalık türü davranışlardan kaçınmalarını istemiştir. İstemekle kalmamış her türlü keyfi uygulamanın karşısında olmuş, özellikle de yöneticileri, hak ve adaletten ayrılmamaları, kendilerine özel muamele gösterilmesini beklememeleri yönünde uyarmıştır. Aşağıdaki anekdot Atatürk’ün ayrıcalıklı muameleye karşı oluşunu yansıtan örneklerden birisidir.

 

 

Atatürk, bir gün Dolmabahçe’den gizlice çıkar Topkapı Sarayı Müzesine gelir. Müzeyi gezmek ister. Kendisini kapıcıya tanıtır, fakat kapıcı henüz saat 9 olmadı, memurlar da gelmedi, Atatürk değil, kim olursan ol, bekleyeceksin, der.

Hiç şüphe yok ki, kapıcı Atatürk’ü tanımamış ve bu sözlere birden fazla muhatap bulunduğu için gelenin Atatürk olabileceğine inanmamıştır. Fakat bu anekdotta önemli olan nokta Atatürk’ün kapıcının sert cevabı karşısında ısrar etmeyerek, bir kenara çekilip, saatin 9 olmasını ve memurların gelmesini beklemesidir.

 

S.A. TERZİOĞLU, Yazılmayan Yönleriyle Atatürk, s.4

 


 

 

 

 

ATATÜRK, KENDİSİNE SUİKAST YAPACAK ADAMLA KARŞI KARŞIYA

 

İnsanların başına gelen felaketlerin çoğunluğu akıllarıyla değil de duygularıyla hareket edip, duygularına esir olmalarındandır. Çünkü, duygularıyla hareket edenler, çoğu kez başkaları tarafından kullanılırlar. Kullanıldıklarını da başına felaket geldiği an anlarlar. Ancak, düşünen, soran, neden, niçin diye araştıran insanlar akıllarını kullanmış olduklarından felaketi önceden görürler ve ona göre hareket ederler. Aşağıdaki anekdot bu anlayışı yansıtan güzel örneklerden birisidir.

 

 

İzmir’de hazırlanan o alçakça suikastten sonra, bir gün bize Atatürk şu olayı anlatmıştı:

- Ziya Hurşit’in beni öldürmek için görevlendirdiği iki zavallı vardı. Sorguları yapıldıktan sonra bunlardan birini yanıma çağırdım. Odada kimse yoktu. Kendisine sordum:

- Sen Mustafa Kemal’i öldürecekmişsin, öyle mi?

- Evet! dedi.

Ben gene sordum:

- Mustafa Kemal, ne yapmış ki onu öldürecektin?

- Fena bir adammış da... Memlekete çok fenalık yapmış!... Sonra, bize onu öldürmek için para da vereceklerdi!...

- Sen Mustafa Kemal’i tanıyor musun?

- Hayır!

- O halde, tanımadığın bir adamı, nasıl öldürecektin?...

            - Geçerken işaret edecekler, “Mustafa Kemal, işte budur!” diyeceklerdi. Biz de öldürecektik.

            O zaman cebimden tabancamı çıkararak, kendisine uzattım:

            - Mustafa Kemal benim!... Haydi, al eline tabancayı... Öldür!... dedim.

            Adam, benden bu cevabı alınca, yıldırımla vurulmuş gibi oldu. Bir müddet şaşkın yüzüme baktıktan sonra, dizüstü kapanarak hüngür hüngür ağlamaya başladı.

 

            N.A. BANOĞLU, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, s.114-115

 

 

 

 

 

 

 

İNGİLİZ KRALI’NA VERİLEN ZİYAFET

 

Atatürk her ortamda mensubu bulunduğu Türk Milletiyle gurur duyar ve milletin onurunu en iyi şekilde temsil etmeyi görev bilirdi. O asla bu milletin evlatlarının yeteneğinden şüphe etmemiş, olumsuz koşullarla karşılaştığında bile o Türk insanını hep yüceltmiştir. Aşağıdaki anekdot da O’nun yaklaşımının sayısız örneklerinden sadece birisidir.

 

 

İngiliz Kralı VIII. Edward İstanbul’a Atatürk’ü ziyarete geldiği zaman, Atatürk kendisine bir akşam ziyafeti vermişti. Ziyafetten önce:

- Bana İngiltere sarayında verilen ziyafetler ne şekilde olur, onu bilen birisini yahut bir aşçı bulunuz!... dedi.

Sonunda İngiliz sofra merasimini bilen bir kişiden öğrenerek sofrayı o şekilde düzene koydular... Akşam Kral sofraya oturunca kendisini kral sarayında zannederek memnun oldu. Atatürk’e dönerek:

- Sizi tebrik eder ve size teşekkür ederim. Kendimi İngiltere’de zannettim, diyerek memnuniyetini bildirdi.

Sofraya hep Türk garsonlar hizmet etmekte idi. Bunlardan bir tanesi heyecanlanarak, elindeki büyük bir tabakla birdenbire yere yuvarlandı. Yemekler de halılara dağıldı. Misafirler utançlarından kıpkırmızı kesildiler. Fakat Atatürk Kral’a eğilerek:

- Bu millete her şeyi öğrettim, fakat uşaklığı öğretemedim,” dedi. Bütün sofradakiler Atatürk’ün zekasına hayran oldular. Atatürk garsona da “görevine devam et” emrini verdi.

 

Ahmet Niyazi BANOĞLU, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, s186-189

 

 

 

 

 

 

 

 

BİR DE ONBAŞIM GÖRSÜN

 

Atatürk, Türk askerinin göreve bağlılığı ve zekasını hep takdir etmiştir. Mehmetçiklerin bu nitelikleriyle gurur duyduğunu her ortamda anlatarak bu güzel yeteneklerin devamına ve güçlenmesine katkı sağlamış, onlara olan güvenlerini hiç kaybetmemiştir.

Aşağıdaki küçük anı Atatürk’ün, Türk askerinin sorumluluk bilinci ve zekasına verdiği değeri yansıtması bakımından güzel bir örnek.

 

 

Bir gün askeri bölgeye giderken otomobili bozuldu.

- Yürüyelim, otomobil yapılınca arkadan gelsin, dedi.

Atamızla arkadaşları yürüdüler. İlerden Mehmetçik bağırdı:

- Dur. Kimsin?

Durdular, Mehmetçik geldi:

- Buralara Atamız gelecek. Geçmek yasaktır.

Ata güldü:

- İyi bak, Atatürk bana benzer mi?

Mehmetçik baktı, gözleri parladı.

- Benzemeye benzer ama, askerlik bu, bir de onbaşım görsün, dedi.

 

H. BESLEYİCİ, Atamız ATATÜRK, s.116

 


 

 

 

GENERALLE ASKER BİRDİR!...

 

Türk milleti, zor anlarında yediden yetmişe el ele gönül gönüle vererek birçok engeli aşmasını bilmiştir. Ancak, aklın gösterdiği doğru asker ocağında olduğu gibi, zor anların dışında da bu milletin evlatlarının el ele gönül gönüle olmasıdır. Asker ocağındaki komutan ve mehmetçik sevgisi öylesine güçlü öylesine uzun ömürlü ki, bu sevgi, şiirlere, türkülere, öykülere ve gece masallarına konu oluşturarak ölümsüz bir kültüre dönüşmüştür.

Vatani görevini yapmış her Türk insanının iki anısından birisini mutlaka askerlik anıları oluşturur. O ne güzel bir ocak ki ondan kopmak mümkün olmuyor. “Askerliğini yapmayana kız verilmez” ve “askerliğini yapmayan adam sayılmaz” sözleri Anadolu’da atasözü haline gelmiştir. Bu sözlerin mutlak doğruluğuna katılmak mümkün değilse de, asker ocağına veriler değeri yansıtması açısından önemlidir. Aşağıdaki anekdotta Atatürk, komutan-mehmetçik dayanışmasının önemine dikkat çekmektedir.

 

 

Atatürk, Sümerbank Dokuma Fabrikasının açılış töreninde hazır bulunduktan sonra askeri manevra sahasına hareket etmişti.

Yolda bir sel yatağına saplanmış olan top arabasının tekerleklerini bataklıktan çıkarmaya uğraşanlar arasında bir generalin bulunduğunu görünce, kendisine sonsuz takdirlerini bildirdiler ve iltifatlarda bulundular.

Daha sonra, “Maviler” tarafına ait bir tank birliğinin yaptığı hücum sırasında “Pembeler”den bir askerin ansızın siperinden fırlayarak tanklardan birinin üstüne sıçradığını ve şoförüyle mücadeleye başladığına tanık oldular. O zaman yakında bulunanlara, evvelce gördüğü generalin fedakarlığı ile bu askerin gösterdiği cesaretin birbirine denk olduğunu beyan ederek, şöyle dediler:

- Biz Milli Mücadelede bütün Türk Milleti bu şekilde çalıştık. Böyle kahraman generaller, subaylar ve askerlere dayanarak savaşı kazandık. Onlar var oldukça kimse vatanımıza göz dikemez!...

 

N.A.BANOĞLU, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, s.38

 

 

 

 

 

 

 

 

“KUVAYI MİLLİYE” NEYE YARAR?

 

I. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkan Osmanlı Devleti’nin yöneticileri kendi taç ve tahtlarının geleceği için Türk yurdunun istilasına göz yumunca Türk Milleti kendi namusunu, yurdunu ve geleceğini kurtarmak amacıyla “Kuvayı Milliye” adı verilen yerel direniş örgütlerini kurmuşlardır. Bu yerel örgütler Kurtuluş Savaşı destanını yazacak olan Türk Milletinin kahraman ordusunun çekirdeğini oluşturmuştur. Aşağıdaki anekdot da Atatürk’ün Kuvayı Milliye ile ilgili ilginç değerlendirmesi yer almaktadır.

 

 

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra memleket işgal edilmiş, ordu dağılmış, elde bir şey kalmamış durumdaydı.

Yabancılar artık Türkiye’nin tarihe karıştığını iddia ediyor, memleket üzerinde pazarlıklar yapıyorlardı.

İşte bu sırada Atatürk Samsun’a çıkmış, Erzurum ve Sivas Kongresi’ni topluyor, “Kuvayı Milliye”nin oluşmasına çalışıyordu.

Bu durum karşısında etrafındakilerden umutsuzluk içinde olan birisi, bir gün Mustafa Kemal’e:

- Paşam, dedi, memleket işgal edilmiş, ordu tümüyle dağılmış, büyük devletler bizim sonumuzu görüşüyorlar. Galip devletlerin kuvvetli orduları ve donanmaları karşısında kurmak istediğiniz “Kuvayı Milliye” neye yarar?

Mustafa Kemal gayet sakin şu cevabı verdi:

- Kuvayı Milliye, namuslu bir insanın yastığının altındaki tabancaya benzer. Namusunu koruması için, herhangi bir ümidi kalmadığı zamanda hiç değilse intihara yarar.

 

Hadi BESLEYİCİ, Atamız Atatürk, s.103-104

 

 

 

 

 

 

 

ÖLMEYİ TERCİH EDERİZ

 

Bağımsızlık Savaşı öncesi ülkenin yöneticileri ve bazı sözde aydınlar işgallerin yarattığı ortamdan yılgınlığa düşerek düşmanların Türk Milletine uygun göreceği düşük bir yaşama razı olmuşlardı. Onlar, insanların yaşama tutkularının temelinde onur ve özgürlüğün bulunduğunu görememişlerdi. Oysa, Türk insanı bu değerler için ölümü yaşama tercih etmeye hazırdı. Bunu gören ve bilenlerden Atatürk, Bağımsızlık Savaşı’na karar verirken bir an bile tereddüt göstermemiştir. O, yaşamak için ölümü göze alanların ölmeyeceğini biliyordu. Türkiye Cumhuriyeti bunun en canlı ve anlamlı kanıtıdır. Aşağıdaki diyalog Atatürk’ün özgürlük ve Türk Milleti hakkındaki düşüncelerini yansıtmaktadır.

 

 

General Pershing’in kurmay başkanı olan General Harbord Sivas’ta Mustafa Kemal ile görüşürken der ki:

- Türk tarihini okudum. Milletiniz büyük komutanlar yetiştirmiş, büyük ordular hazırlamıştır. Bunları yapan bir millet elbette bir medeniyet sahibi olmalıdır. Takdir ederim. Ama, bugünkü duruma bakalım. Başta Alman müttefikinizle bir dört yıl harb ettiniz, yenildiniz, dördünüz bir arada yapamadığınız şeyi, bu durumda tek başınıza yapmayı nasıl düşünebiliyorsunuz? Fertlerin intihar ettikleri zaman zaman görülür. Bir milletin intihar ettiğini mi göreceğiz?

- Mustafa Kemal generale “Teşekkür ederim, dedi, tarihimizi okumuş, bizi öğrenmişsiniz. Fakat, şunu bilmenizi isterdim ki biz emperyalist pençesine düşen bir kuş gibi yavaş yavaş aşağılık bir ölüme mahkum olmaktansa babalarımızın oğulları olarak vuruşa vuruşa ölmeyi tercih ediyoruz.”

General ve arkadaşları sessizce ayağa kalktılar.

- Biz de olsak böyle yapardık!

 

F.Rıfkı ATAY, ÇANKAYA

 


 

 

 

BULUNUR

 

Bir sorunu çözebilmenin, bir işi başarabilmenin ilk koşulu kişinin “başaracağım” inancını taşımasına bağlıdır. Bu inanca sahip olmayıp, ümitsizlik içerisinde olanların ise başarıya ulaşmaları mümkün değildir. Atatürk, düşman güçleri karşısında yılgınlığa düşen yakın çevresindeki arkadaşlarını ve Türk milletini sarsılmaz bir inançla motive etmiştir. “Başarı, başaracağım diyenlerindir” ilkesini hep canlı tutmuş ve Türk ulusuyla birlikte başarıya da ulaşmıştır.

 

 

Kurtuluş Savaşı henüz başlıyordu. Ordu yoktu ve her taraftan vatanın bağrına giren düşmanlara karşı ancak gönüllü çetelerle savaş yapılıyordu. Milletvekilleri arasında bile, dövüşü göze alan, fakat ümitsizlikten kurtulamayanlar vardı.

Bir gün Büyük Millet Meclisi’nde vatanın kurtulması için neler yapılması gerektiği hakkında heyecanlı konuşmalar yapılıyordu. Milletvekillerinden biri, sözlerini büyük vatan şairi Namık Kemal’in şu beyti ile bitirdi:

 

“Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini

Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini?...”

 

En büyük ve korkunç düşmanın, ümitsizlik olduğunu pek iyi bilen Atatürk bu beytin iki kelimesini değiştirerek, fakat veznini de bozmaksızın sert ve sarsılmayan bir sesle şu cevabı verdi:

 

“Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini,

Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini!...”

 

Niyazi Ahmet BANOĞLU, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, s.88-89

 

 

 

 

 

 

 

 

NELER YAPILMAZ

 

Saraylarının dışına çıkıp halkın yüksek niteliklerini tanımadan yaşayan Osmanlı yöneticileri, yıllarca emeğinden yararlandığı halkı “sürü”, kendilerini ise çoban olarak görmüşlerdir. Bu nedenle, başlarına işgal felaketi gelip taht ve taçları tehlikeye düşünce düşmanın insafına sığınmak zavallılığına teslim olmuşlardır. Ancak, Türk milletinin üstün özelliklerini cephede vatanı için ölen Mehmette gören Atatürk, vatanın kurtarılması söz konusu olduğunda bütün görevlerinden istifa ederek milletine sığınmış ve önderlik ettiği milletini karanlıktan aydınlığa çıkarmıştır. Lider, liderlik ettiği toplumu tanımak zorundadır. Aşağıdaki anekdot Atatürk’ün Türk toplumunu çok iyi tanıdığını yansıtması açısından güzel bir örnektir.

 

 

Erzurum: 3 Temmuz 1919...

Ilıca’da Mustafa Kemal’in ilk karşılanması sırasında:

Konukların önemli kimseler olduğunu anlayan ihtiyarın zeki gözleri parladı. İri ve ak tüylerle örtülü elini geniş göğsünün üzerine koyarak selamladı. Mustafa Kemal Paşa, ta yanıbaşına kadar geldiği halde heykel gibi duran bu ihtiyarın hatırını soruyor, o da gövdesine yaraşan derin ve gür sesiyle teşekkür ediyordu. Mustafa Kemal’in sohbete başladığı ihtiyar, Ruslar gelince göçmek zorunda kalıp Çukurova’ya indiklerini, şimdi köyüne döndüğünü kısaca anlattı. Mustafa Kemal, o günlerin bu dönüşe pek uygun olmadığını işaretle:

- Ağa, yoksa oralarda geçinemedin mi, diye sordu.

İhtiyar hemen karşılık verdi.

- Hayır Paşam, Çukurova cennet gibi bir yer, bir eken yüz biçiyor. Bize tarla verdiler, çayır da... Geçimimiz padişahta bile yoktu. Çok rahattık. Yalnız son günlerde işittim ki İstanbul’daki “ırzı kırık”lar bizim Erzurum’u Ermenilere vereceklermiş. Geldim ki göreyim, bu “namertler” kimin malını kime veriyorlar?

Tunç çehreli, ak sakallı, gün görmüş ihtiyarın iman dolu göğsünden gelen bu ses yine O’nun gibi tunç çehreli kahraman askerin gözlerini yaşarttı. Bu eski Türk kalesine, ulus işi için, ulusla birlikte çalışmağa gelen bu büyük devlet adamı yaşlı gözlerle arkadaşlarına döndü:

- Bu ulusla neler yapılmaz!

 

N.A. BANOĞLU, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, s.116-117

 

 

 

 

 

 

 

 

ŞEREFİMLE ÖLMEYE HAZIRIM!..

 

Her vatanın temelinde sıkıntı, yokluk, acı, gözyaşı ve ölüm vardır. Bütün bunlara daha iyi, daha onurlu ve daha özgür bir yaşam için razı olunmuştur. Onun içindir ki, vatan toprakları üzerinde yaşayanlar onun değerini bilmek ve sahip çıkmak sorumluluğuyla yükümlüdürler. Mehmet Akif Ersoy’un aşağıdaki dizelerinde bakınız bu gerçek nasıl dile getiriliyor.

 

“Sahipsiz kalan bir vatanın batması haktır,

Sen sahip olursan bu vatan batmayacaktır.”

 

Aşağıda yer alan anı, vatan gerçeğini en iyi anlayan ve onun gereğini yapmaktan çekinmeyen insanların başında Atatürk’ün yer aldığını yansıtması açısından önemlidir.

 

 

Mustafa Kemal’in Samsun ve çevresindeki faaliyetlerinden korkan İstanbul Hükümeti, İçişleri Bakanı Ali Kemal’in bir genelgesi ile O’nu görevden alıyor. Bu sıralarda, Ali Galip adında birisi de, Erzurum Valiliği’ne atanmak maskesi altında Mustafa Kemal’i tutuklamakla görevlendiriliyor. Ve Sivas’ta bazı tertiplere başvuruyor. Bu komployu Amasya’da haber alan Mustafa Kemal, bir atlı birlik oluşturarak habersizce Tokat’a gidiyor. Kendileriyle sohbet etmek üzere şehrin ileri gelenlerini topluyor. Bu toplantıda bulunan avukat Ali Bey, gözlemini şöyle anlatıyor:

“Yirmi kişi kadar vardık. Atatürk, etrafında bazı kişilerle birlikte geldi. Köşede bir sandalye vardı. Selam verip oraya oturdular ve bize memleketin kurtuluş yolu hakkında hiçbir şekilde unutamayacağım şu açıklamada bulundular:

- Hiçbir koruma aracına sahip olmasak bile, dişimiz tırnağımızla, zayıf ve dermansız kolumuzla mücadele ederek şeref ve haysiyetimizi, namusumuzu korumayı kaçınılmaz görüyorum. Tarih, bize vatan uğrunda canını, malını esirgemeyen milletlerin asla ölmediklerini göstermektedir. Ben hayatımı, hiçbir zaman milletimizden üstün görmedim ve görmeyeceğim. Her an memleket için şerefimle ölmeye hazırım.”

 

N.A. BANOĞLU, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, s.370-371.

 

 

 

 

 

 

 

 

VATAN ELDEN GİDERSE

 

Vatan, yani üzerinde yaşadığımız toprak parçası, toprak olmanın ötesinde anlamlar taşır. İnsanlar vatanlarıyla vardır. Acı, tatlı, bütün anılar onunla başlar onunla biter. Ona sahip olmayanın kimliği bile yoktur, tutsak köleden öte. İnsanlar varlıklarını vatana borçlu oldukları bilinciyle hep onun için ölmüşlerdir. Vatanı kaybetmek, atayı, kendini, evladını, suyunu, ekmeğini, aşını, nefesini hepsinden öte kimliğini kaybetmektir.

Vatanımızın varolmasına emeği, bilgisi ve düşüncesiyle en büyük katkıyı yapan şüphesiz Türk milletinin Atası Atatürk’tür. Aşağıdaki anekdot bu büyük insanda vatan sevgisinin nasıl bayraklaştığını, her şeyin nasıl vatanla anlam kazandığını yansıtması açısından önemlidir.

 

 

Atatürk, Kurtuluş Savaşı için Anadolu’ya geçtikten ve Erzurum Kongresi’ni yaptıktan sonra Sivas’a dönmüş, orada ikinci kongreyi açmıştı. Bu sırada lise binasında yatıyor; toplantılar yapıyordu. En basit ihtiyaçlarını bile temin edecek halde değildi; bazı geceler sabahlara kadar küçük petrol lambasının cılız ışığında çalışıyordu.

Bir aralık lise binasına baskın yapılacağı ve Atatürk’ün yakalanıp asılacağı hakkında şehirde haberler dolaşmaya başladı.

Atatürk’ün hizmetini basit fakat temiz ruhlu, fedakar bir Türk genci yapıyordu. Bu delikanlının babası gizli ve sık sık geliyor; oğluna:

- Etme, eyleme; evine dön; bugün yarın şehir basılacak; Mustafa Kemal ve arkadaşları yakalanacak. Onlar her şeyi göze almışlar; sen aileni düşün, diyordu.

Atatürk bu geliş gidişin farkına vardı; bir gün delikanlıyı yanına çağırdı ve sordu:

- Sık sık sana gelen kimdir?

- Babam!...

- Ne istiyor?

Delikanlı her şeyi anlattı. O zaman Atatürk, ona doğru biraz daha ilerledi; elini omuzuna koydu ve dedi ki:

- Hizmetinden memnunum, fakat baba hakkı büyüktür. Madem ki razı olmuyor, git! Git, fakat babana söyle ki, vatan elden giderse evladın ne önemi kalır?

 

N.A. BANOĞLU,  Nükte ve Fıkralarla Atatürk, s.87-88

 


 

 

 

 

ARADAKİ FARK

 

Saltanat ve Hilafet özlemcisi kimi çevreler tarihsel gerçekleri pervasızca çarpıtmaktadırlar. Örneğin, Atatürk’ün Anadolu’ya Vahdettin tarafından bir bağımsızlık savaşı başlatması için gönderildiğini iddia etmektedirler. Bu çevrelerin iddialarına gösterdikleri kanıtlardan biri de Atatürk’le Vahdettin arasında sarayda geçen bir konuşmadır. Bu konuşmada Vahdettin’in

“Paşa isterseniz devleti kurtarabilirsiniz” şeklindeki sözüne mal bulmuş gibi sarılan bu çevreler, bu sözün kurtuluş mücadelesini başlatmak için söylendiğini belirtirler.

Oysa Osmanlı Padişahının bu ifadeyi kullanırken M.Kemal’den beklentisi şudur: “İtilaf Devletleri’nin emir ve isteklerinin yerine getirilmesini  sağla, Anadolu’da olası işgallere karşı ortaya çıkabilecek direnişi engelle”. Padişah böylelikle İtilaf Devletleri’nin Anadolu’da kalıcı olmayacaklarına, bir süre sonra çekip gideceklerine ve Anadolu’nun da kurtulabileceğine inanıyordu. Yani, kurtuluşu teslimiyette görüyor ve silahlı bir mücadeleyi asla düşünmüyordu. Aksine silahlı mücadeleye başvurulacak olursa işgalci güçlerin Osmanlıyı hemen parçalayacaklarına inanıyordu. Çünkü padişahın Türk milletine ve kendine güveni yoktu. Kurtuluş Savaşı’nı isyan olarak görmesinin nedeni de buydu.

 

 

Anadolu’ya geçmek için hazırlıklarını tamamlayan Atatürk, Yıldız Sarayı’na gitti. Son Osmanlı Padişahı Vahdettin, onu çok küçük bir odada kabul etti. Hemen hemen diz dize oturdular.

Padişahın sağında mini bir masa üzerinde güzel ciltlenmiş kalınca bir kitap, bir Osmanlı Tarihi vardı. Pencereden Boğaz, Boğaz’ın mavi sularında birbirine paralel dizilmiş ve toplarını saraya çevirmiş olan düşman savaş gemileri görünüyordu.

Padişah, ona dedi ki:

- Paşa, devletimize çok hizmet ettin; bunların hepsi artık bu kitaba geçmiştir!

Elini Osmanlı Tarihi’ne koydu, bastı ve ilave etti:

- Tarihe geçti!...

Sonra dedi ki:

- Bunları unutunuz. Asıl bundan sonra yapacağınız hizmet şimdiye kadar yaptıklarınızdan mühim olacaktır. Paşa, isterseniz devleti kurtarabilirsiniz!

Atatürk cevap verdi:

- Bu yolda elimden gelen yapacağıma emin olmanızı rica ederim.

Vahdettin:

- Muvaffak olunuz! diyerek ayağa kalktı.

Ziyaret sona ermişti.

Padişah, ondan düşmanların arzularını yerine getirmesini bekliyordu; elinde hiçbir kuvvet kalmamış olan devletin ancak böyle, düşmanların hoşuna giderek kurtulacağını sanıyordu. Bilmiyordu ki, kuzuyu yemeğe karar vermiş olan kurt için bahane bulmak gayet kolaydır.

Atatürk de devleti kurtarmak istiyordu; fakat düşmanlara yaranmakla değil, milletin bitmez tükenmez hürriyet ve istiklal aşkını, cesaret ve fedakarlık duygularını harekete geçirerek...

İşte Türk milletini anlamamış bir adamla, anlamış adamın arasındaki fark...

 

Niyazi Ahmet BANOĞLU, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, s.86-87

 


 

 

 

 

SULTAN BACI

 

Ulusal kahramanlar halklarıyla bütünleşebildikleri, onları anlayabildikleri ölçüde ölümsüzleşirler. Atatürk de gerek Kurtuluş Savaşı döneminde gerekse devrimlerin yapıldığı süreçte toplumla sürekli bir iletişim içerisinde olmuş, halk yararına çalışmış, bu nedenle de halkının büyük sevgisini kazanmıştır. Türk milletinin Atatürk’e olan sevgisi aşağıda anlatıldığı şekliyle Sultan Bacı’nın kişiliğinde somutlaşmıştır.

 

 

Atatürk, İzmir zaferinden sonra ilk kez Adana’ya gelmişti. Ayağının tozuna yüz sürmeyi adak edenleri zorla topraktan ayırabiliyorduk. O genç, alçak gönüllü kurtarıcı, bu coşkun, kendinden geçmiş halkı selamlaya selamlaya hükümet konağına geldi. Biraz sonra evine dönecekti. Merdivenlerin yarısını indiği sırada bir kucak sarı çiçekle bir köylü kadınının nefes nefese, sıçrarcasına merdivenleri çıktığını gördük.

Gazi Mustafa Kemal durdu, köylü kadını yanına kadar çıktı. Anlatılamaz bir hayranlıkla O’nun gözlerine tutuldu ve bir süre bu dalgınlık içinde yerinden kımıldanamadı, sonra bir ana sesindeki sevecenlik ve özlemle:

- Ah benim çakır oğlum! Yolunu bir deli gibi bekledim. Sana bu çiçekleri tarlamdan yoldum. Eğ başını! O sarı saçlarını öpeyim... Bu benim adağım, umduğumu çok görme...

Genç komutanın yüzüne bir huzur ve sevinç yayıldı, başını ona doğru eğdi. Köylü kadın bu sarı başı, bağrındaki sarı çiçeklerin üzerine bastırdı. Kokladı, öptü. Sonra da sarı fulyaları ayağının altına sererek:

- Adağım yerini buldu, koca yiğit, tuttuğun altın, kılıcın keskin olsun; her muradın yerine gelsin, dedi.

Bu köylü kadın bizim cephe arkadaşımız “Sultan Ana” idi.

 

Arif Hikmet PAR – M.Agah ÖNEN: Atatürk’ü Anlamak, s.98-99

 

 

 

 

 

 

 

TÜRK ASKERİ

 

Osmanlı devlet anlayışına göre savaşlardaki başarı padişahın, başarısızlık ise onun kulu durumundaki ordu komutanlarının ve askerlerindi. Türk Milli Kurtuluş Savaşı’nın lideri Atatürk ise, cephede omuz omuza savaştığı askerinin hakkını teslim eden ve kendi başarısını önemsemeyerek ordusunu hep yücelten alçakgönüllü bir kahramandı. Aşağıdaki anekdot bu gerçeği yansıtanlardan sadece birisidir.

 

 

Alfabe toplantısında, 29-30 Ağustos 1928 Dolmabahçe.

Şafak söküyordu. Doğacak güneş 30 Ağustos sabahının güneşi idi. Bütün İstanbul, bu büyük zafer hazırlıklarını tamamlamıştı...

Hep birden kalkıldı. Atatürk’ü, Türk yurdunu ve Türk ulusunu kurtaran en büyük zaferin yıldönümünü kutluyorduk.

Ulu Önder, kutlamaları – derinlere bakan gözlerinin dalgınlığı içinde - dinledi, dinledi:

- Bu zaferi kazanan ben değilim, dedi. Bunu asıl, tel örgüleri hiçe sayarak atlayan, savaş meydanında can veren, yaralanan, kendini esirgemeden düşmanın üzerine atılarak Akdeniz yolunu Türk süngülerine açan kahraman askerler kazanmıştır. Ne yazık ki onların her birinin adını Kocatepe sırtlarına yazmak mümkün değildir. Fakat hepsinin ortak bir adı vardır: Türk Askeri.

Kutlamalarınızı onların adına kabul ediyorum.

 

Kemal ARIBURNU, Atatürk, Anekdotlar, Anılar

 

 

 

 

 

 

 

 

MİLLETE GÜVENİ

 

Atatürk, “Özgürlüğün olmadığı yerde ölüm ve yokoluş vardır. Bütün gelişmelerin anası özgürlüktür.” sözünü söylerken bu duygu ve düşüncesinin kaynağını mensubu olmakla gurur duyduğu Türk milletinden aldığını çok iyi bilmekteydi. O, özgürlükleri için ölümü göze alabilen ulusların asla tutsak edilemeyeceğine inanmakta, Türk milletinin de bu özelliğinden dolayı sonsuza kadar özgür ve bağımsız kalacağını düşünmekteydi. Aşağıdaki anekdot Atatürk’ün Türk ulusundaki özgürlük tutkusuna olan güvenini yansıtması açısından güzel bir örnektir.

 

 

Bir gün müslüman memleketlerden birinde (Mısır’da) bağımsızlık davası için çalışan liderlerden biri, Mustafa Kemal’i görmeye gelmişti. Kendisine:

- Bizim hareketin de başına geçmek istemez misiniz? diye sordu.

Olabilecek bir şey değildi, ama, insan yoklamalarını pek seven Mustafa Kemal:

- Yarım milyonun bu uğurda ölür mü? diye sordu.

Adamcağız yüzüme baka kaldı:

- Fakat Paşa Hazretleri yarım milyonun ölmesine ne lüzum var? Başımızda siz olacaksınız ya... dedi.

- Benimle olmaz, beyefendi hazretleri yalnız benimle olmaz. Ne zaman halkınızın yarım milyonu ölmeye karar verirse o vakit gelip beni ararsınız.

 

Falih Rıfkı ATAY, Çankaya

 

 


 

 

 

ATATÜRK VE NÖBETÇİ

 

Atatürk, Türk askerinin zekasına, uyanıklığına ve göreve bağlılığına hep hayranlık duymuş ve takdir etmiştir. Aslında bunlar Türk insanının güzellikleridir. Bu güzellikleri bir de bu ülkenin aydın sorumluluğu taşıyan insanları görebilse ne güzel olacak. Atatürk ile bir nöbetçi arasında geçen aşağıdaki diyalog, Türk askerinin zekasını yansıtması bakımından değerlidir.

 

 

İtalyanların Habeş Harbi sıralarında idi. Ege kıyılarında kıta ve tahkimat komutanları çok titiz davranıyorlar, kıtaya herhangi bir yabancının sızması olasılığına karşı erleri sık sık uyarıyorlardı.

Bu günlerin birinde Atatürk’ün teftişe geleceği haber alındı. Atatürk beklenilen günde yanındaki erkanı ile geldi. Kıtaları teftiş edip dolaşmaya koyuldu.

Savunma mevzilerinden birine giden yolun dönemecinde Atatürk birdenbire durdu. Yanındakilere:

- Siz beni burada bekleyiniz, ben yalnız gideceğim, dedi.

Yanındaki komutanlar tereddütle birbirlerinin yüzüne baktılar. Fakat, tabii bir şey söyleyemediler.

Atatürk patikanın kıvrımını döndü. Koruganın hakim bir noktasında nöbet bekleyen Mehmetçiğe doğru yürüdü. Uzaktan gelen bir sivilin kendisine doğru yürüdüğünü gören Mehmetçik hemen silahına davrandı. Daha fazla yaklaşmasına izin vermeden gür sesi ile:

- Dur!... diye gürledi.

Atatürk bu kesin ihtar karşısında durarak:

- Sen beni tanımıyor musun? Ben kimim?

- Mustafa Kemal’sin komutanım.

- Peki sen benim Mustafa Kemal olduğumu biliyorsun da hala neden yasak, diyorsun?...

Mehmetçik bir an durakladı. Herhalde teftişten haberi vardı. Fakat onun bildiği Atatürk, yanında kalabalıkla gelirdi. Böyle yapayalnız gelmezdi. Bir an daha düşündükten sonra kafasını salladı ve safiyetle yanıt verdi:

- Komutanım, Mustafa Kemal’sin Mustafa Kemal olmasına ama... Düşmanların işine akıl sır ermez... Birini sana benzetir içeri sokarlar... Gözünü seveyim sen şu bizim yüzbaşıyı al birlikte gel, o zaman nereye istersen git!

Atatürk, geri döndükten sonra komutanlara bunu anlattı. Bu mert ve uyanık eri çavuşluğa yükselttirdi.

 

H. BESLEYİCİ, Atamız Atatürk s.97-98

 


 

 

 

 

ATATÜRK’E HAKARET EDEN KÖYLÜ

 

Atatürk, olaylara duygusal yaklaşmazdı. Kendisini daima olaya neden olan kişilerin yerine koyarak onların hareketlerinin gerisinde yatan nedenleri araştırır ve kararını ondan sonra verirdi. Devlet yönetiminde görev alanların kendilerini mutlaka vatandaşın yerine koymalarını, kendilerine nasıl davranılmasını, nasıl hizmet verilmesini isterlerse kendilerinin de vatandaşa aynı anlayışla davranmalarını ve hizmet vermelerini isterdi. Kendine yabancı, halkına yabancı, gerçeklerden uzak anlayışlı insanların toplumlarına yararlı olmaları mümkün olmadığı gibi bir de halkta yöneticilerin şahsında devlete olan güvenin sarsılması gibi çok olumsuz bir anlayışın doğmasına da neden olabilirler. Aşağıdaki anekdot Atatürk’ün halka hizmet anlayışını yansıtması açısından önemlidir.

 

 

Atatürk’e hakaretten sanık bir köylü hakkında kovuşturma yapılıyordu. Durumu Ata’ya bildirdiler.

- Mahkemeye veriyoruz, dediler, size küfür etmiş.

Atatürk sordu:

- Ben ne yapmışım ona?

Soruşturma evrakını inceleyenler açıkladılar:

- Gazete kağıdı ile sardığı sigarayı yakarken kağıt tutuşmuş da ondan.

Bunu söyleyen o zamanın bakanlarından biridir. Bakana şu soruyu yöneltmiş:

- Siz hiç gazete kağıdı ile sigara içtiniz mi?

- Hayır...

- Ben Trablus’ta iken içmiştim. Pek berbat şeydir. Köylü gene bana az küfretmiş. Siz bunun için mahkemeye vereceğiniz yerde, ona insan gibi sigara içmeyi sağlayınız.

 

H. BESLEYİCİ, Atamız Atatürk, s.95-96

 

 

 

 

 

 

 

İŞTE TÜRK ASKERİ BUDUR

 

Yurdumuzu gezin görün, nerede bir yeşillik var, neresi nakış nakış işlenmiş biliniz ki ya orası Mehmetçiğin kışlasıdır, ya da oraya Mehmetçiğin eli değmiştir. Sanmayın ki o güzellikler önceden kalma; tamamı Mehmetçiğin emeğinin, zevkinin ve vatan sevgisinin ürünüdür. Mehmetçiğin ayak bastığı her toprak parçası onun gelişiyle vatanlaşmaktadır. Bütün bunlar Mehmetçiğin bir yönü; onun bir de itaatkarlığı, azmi ve dayanıklılığı yönü var ki, onu da aşağıdaki anekdotta büyük Mehmetçik Atatürk’ün kendi ağzından dinleyelim.

 

 

Bir gün Atatürk’e Türk askeri hakkında ne düşündüğünü sormuşlardı.

- Durun size bu konuda bir öykü anlatayım, diyen Atatürk, şu olayı anlatıyor:

- Yıldırım Orduları kumandanı idim. Liman von Sanders Paşa da o sırada kıtalarımızı teftişe gelmişti. Hastaneden yeni çıkmış bir eri de nasılsa bölüklerin arasına karıştırmışlardı. Von Sanders:

- Canım böyle adamları da niye burayar gönderirler? diye söylenerek hasta ve cılız eri göğsünden itti. Mehmetçik hemen yere yıkıldı.

Alman generali davasını ispatlamış olmanın gururu ile:

- İşte gördünüz ya, dedi. Düşmek için bahane arıyormuş...

O sırada Von Sanders’e bir azizlik yapmak aklıma geldi. Erin yanına sokularak:

- Ne kof şeymişsin sen, dedim. Dikkat etsene, seni yere yuvarlayan adam bizden değildi. Ne diye karşı durmadın. Şimdi yeniden yanına gelirse sıkı dur. Gücün yetiyorsa bir kakma da sen ona vur.

Sonra da Von Sanders’e dönerek:

- Sizin güçsüz sandığınız er, boş bulunduğu için yere yıkılmış. Türk askeri amir karşısında dünyanın en uysal askeri olur. Kendisine söyledim: “Hele gelsin bak, bir daha beni yere yıkabilir mi?”, diyor.

Von Sanders askerlerle şakalaşmasını severdi. Gülerek aynı askerin yanına geldi. Fakat eliyle dokunur dokunmaz, o güçsüz askerden göğsüne öyle bir kakma yedi ki, hemen sırtüstü yuvarlandı. Von Sanders Mehmetçik’in bu karşı koymasına kızmamış, bilakis Türk erine karşı hayranlığı artmıştı. O kadar ki yerden kalkınca ilk işi Türk erinin elini sıkmak oldu.

Atatürk:

- İşte Türk askeri budur, diyerek sözlerini bitirdi.

 

H. BESLEYİCİ, Atamız Atatürk, s.89-90

 

 

 

 

 

 

 

DÜŞMANDAN KAÇILMAZ

 

İnsanlar hayatlarında başarılı olmak istiyorlarsa mutlaka üst düzeyde sorumluluk duygusuna sahip olmalıdır. Sorumluluk almaktan çekinenler kendilerine ve çevresine en fazla zarar veren ve aldıkları görevde başarılı olamayan, dünyaya geliş nedenini de kavrayamamış insanlardır. Ülkemizin kurtuluşunda, kuruluşunda ve bugünkü düzeyine gelmesinde en büyük pay sorumluluk bilinci yüksek, kendini ulusuna ve geleceğe adamış insanlarındır. Atatürk’te bu duygular çocukluğundan itibaren mevcuttu. O, ulusuyla, onun sorunlarıyla yatmış kalkmış, hayatını buna adamıştır. Asla sorumluluktan kaçmamıştır. Aşağıdaki anekdot da O’nun bu özelliğini yansıtan güzel örneklerden birisidir.

 

 

Çanakkale Savaşı’nın en amansız günüydü. Mustafa Kemal 34 yaşında Arıburnu’nda İstanbul’u karadan çevirip almak isteyen düşmanların karşısındaydı.

25 Nisan günü İngilizler Arıburnu’na asker çıkarmaya başlamışlardı. Orada bulunan küçük birlik geri çekiliyordu. Bunu gören Mustafa Kemal, karşılarına dikildi:

- Nereye gidiyorsunuz?

- Efendim, düşman...

- Nerede?

- İşte

261 rakımlı tepede düşman çıkarma yapıyordu. Bizim birliklerden daha yakındı. Kaybedecek zaman yoktu.

- Düşmandan kaçılmaz.

- Kurşunumuz kalmadı.

- Süngünüz var ya... Süngü tak!... İleri?...

Mehmetçikler, büyük komutana uymuş, süngü takmışlardı. En uygun noktaya geldiler.

- Yat...

Düşman askerleri, karşılarında ateşe hazır Türk kuvvetlerini görünce sindiler ve ateşe başladılar. Zaman kazanılmıştı. Mustafa Kemal yanındaki subayı gerideki birliklere haberci gönderdi. Yetişen Mehmetçikler düşmanı püskürttü.

 

Hadi BESLEYİCİ, Atamız Atatürk, s.116-117

 

 

 

 

 

 

 

 

“İŞTE BENİM NESLİM BUNLAR”

 

ATATÜRK kendisini ulusunun hizmetkarı gören, ulusuna aşık, ender insanlardan biridir. O, ulusunun acı ve sıkıntılarını yüreğinde hisseden, bu sıkıntıları aşması için sürekli mücadele eden, insanların gülümsemelerinde en büyük mutluluğu bulan Türk ve Türkiye sevdalısı bir insandır. O, Türkiye’nin gülen, mutlu, sevinç çığlıkları atan çocuklarını Türkiye’nin gelecekteki yüzü olarak görmektedir. Aşağıdaki anekdot bu bakış açısını yansıtan güzel örneklerden birisidir.

 

 

İzmir Hakimiyeti Milliye Okulu’nda öğretmendim. Okulumuz bir çocuk balosu hazırlamıştı. Çok mutlu bir rastlantı ile o gün Atatürk de İzmir’de bulunmaktaydı. Onu da davet ettik.

“Acaba gelecek mi?” diye hepimiz heyecan içindeydik. Sonunda “Geliyor” denildi.

Koştuk, karşıladık. Gülümseyen bir yüzle ellerimizi sıktı. Yanında yaverler, paşalar vardı. Koca salon heyecandan karmakarışık olmuştu. Büyük küçük herkes onu yakından görmek, sesini duymak için çırpınıyordu. Zorlukla ortalığa bir düzen verdik. Öğrencilerden Ali ortaya geldi. Çocuk heyecandan bocalıyor, bir şeyler bulup söyleyemiyordu. Derken küçük Ali coştu. Kendinden geçti. Kollarını ona doğru uzatarak içten gelen bir sesle:

- Senin ismini andıkça, senin resmine baktıkça, seni karşımda görünce damarlarımda bir şeylerin kaynadığını duyuyorum. Ah! Seni doya doya öpmek istiyorum, diye haykırdı.

O zaman o da kollarını açarak:

- Öyleyse gel öp! dedi.

Ali koştu, boynuna atıldı. Öteki çocuklar dururlar mı?

- Biz de, biz de!

Diye bağrışarak koştular. Kucağına atıldılar. Öptüler, öptüler. Heyecandan, sevinçten ağlıyorduk. Yaverler, paşalar ve hatta kendisi bile...

Evet, yaptığı harblerin heyecanı, kazandığı zaferlerin sevinci belki onu ağlatmamıştır. Fakat bu bir avuç Türk yavrusunun içten gelen coşkunluğu onu sarsmış, heyecandan gözlerini bulandırmıştı. Gözlerine dolan yaşları tutmak için dudaklarını ısırdı. Sonra heyecandan titreyen bir sesle yanındakilere hiç unutamayacağım şu sözleri söyledi:

- İşte benim neslim bunlar!

 

Hadi BESLEYİCİ, Atamız Atatürk, s.99-100

 


 

 

 
 
ATATÜRK’E BİR KÖYLÜNÜN CEVABI

 

Türk milleti tarihi boyunca büyük savaşlar kazanmış, büyük ülkeler fethetmiş, sayısız devletler kurmuştur. Ancak, tarihte bunları başarıp da kendisini unutan, bütün başarılarında başka ulusları yararlandıran “nasıl olsa bu bende, bundan bana kötülük gelmez” mantığıyla kendisini ihmal eden, yoksul ve cehalete mahkum eden, kendisine itaat etmeyeceğini veya kendisinden ayrılacağını düşündüğü azınlıklara varını yoğunu yediren başka bir millet de yoktur. Ne yazıktır ki bu hatamızı Osmanlı Devleti’nin son döneminde azınlıkların içlerinde sopayla kovulup Anadolu’ya döndüğümüzde anladık. Ama o Anadolu ki bütün bunlara rağmen kucak açmasını bildi. Atatürk “Onun içindir ki Türkiye’ye ve Türklüğe karşı olan görevlerimiz bitmemiştir” diyor. Aşağıdaki anekdot Türklüğün ihmalini yansıtan güzel bir örnektir:

 

 

Tarihimiz sayısız savaşlarla doludur. Biz bu savaşlardan baş kaldırıp ne memleketi imar edebilmiş, ne de kendimiz refaha kavuşmuşuzdur. Bunun sebebi, bizim suçumuz olduğu kadar düşmanlarımızın da suçudur. Çünkü başta Ruslar olmak üzere düşmanlarımız hep şöyle düşünürlerdi:

- Türklere rahat vermemeli ki, başka sahalarda ilerleyemesinler...

Bunun için de sık sık başımıza belalar çıkarırlar, savaşlar açarlar, balkan milletlerini “İstiklal” diye kışkırtırlardı.

Biz böyle durmadan savaşırken de o zamanlar askere alınmayan gayri müslimler zenginleşirlerdi.

Onların neden zengin, bizim neden fakir kaldığımızı bir köylü, Atatürk’e verdiği kısa bir cevap ile çok güzel açıklamıştır.

Atatürk, Mersin’e yaptığı seyahatlerden birinde, şehirde gördüğü büyük binaları işaret derek sormuş:

- Bu köşk kimin?

- Kirkor’un...

- Ya şu koca bina?

- Yargo’nun...

- Ya şu?

- Salomon’un...

Atatürk biraz sinirlenerek sormuş:

- Onlar bu binaları yaparken ya siz nerede idiniz? Toplananların arkalarında bir köylünün sesi duyulur:

- Biz mi nerede idik? Biz Yemen’de, Tuna Boyları’nda, Balkanlar’da, Arnavutluk Dağlarında, Kafkaslar’da, Çanakkale’de, Sakarya’da savaşıyorduk paşam...

Atatürk bu anısını naklederken:

- Hayatımda cevap veremediğim tek insan bu ak sakallı ihtiyar olmuştur, der dururdu.

 

Niyazi Ahmet BANOĞLU, Atatürk’ün Nükteleri-Fıkraları-Hatıraları, s.18

 


 

 

 

 

“YA KABİLİYETSİZ BİR MİLLETİN BAŞINDA OLSAYDIM!..”

 

Atatürk, Türk milletinin yeteneklerinden asla şüphe etmemiştir. O, bu yeteneklerin küllenmesine neden olan yanlış bir takım geleneklerin, anlayışların, hurafelerin atılmasıyla ve milletin gelişmesini kendi çıkarlarına uygun bulmayan uygarlık düşmanı tutucu ve gericilerin faaliyetlerinin yok edilmesiyle Türk’ün bilim, teknoloji ve sanata ilişkin bütün yeteneklerinin tekrar uygarlığa ışık tutacağına inanıyordu. İnkılaplarıyla da bu yolu açmıştır. O, düşünüşün ve düşüncenin önündeki engelleri kaldırarak her Türk yurttaşının aklıyla hareket etmesinin yolunu açmıştır. O biliyordu ki aklıyla hareket edenleri kullanmak mümkün değildir. Aşağıdaki anekdot O’nun Türk insanının aklına verdiği önemi gösteren örneklerden birisidir.

 

 

1937 yılında bir Eylül akşamı, on arkadaş iki sandala binerek Florya’da geziyorlardı. Bir aralık deniz köşkünden bir sandalın kendilerine doğru geldiğini farkettiler. Herkes gürültüyü kesmişti. Ata’mızın gür, aynı zamanda müşfik sesi duyuldu:

- Çocuklar, eğlentiniz çok hoşuma gitti. Aranızda bulunmayı arzu ettim.

Gençler bu ani ziyaretten son derece memnun ve heyecanlı derhal Ata’nın bizzat kullandığı sandalı aralarına alıyorlar. Üç sandal mehtaba karşı yol alıyor.

Ata:

- Aferin çocuklar, Türk gençleri hem çalışmasını, hem eğlenmesini bilmelidir. Memleket sizindir. Çalışın ve eğlenin, diyor.

Gençler hep bir ağızdan bütün millet gibi kendilerinin de minnettar oldukları bu güzel vatanın güzelliklerinden O’nun sayesinde yararlandıklarını tekrar tekrar söyleyince, Atatürk yine:

- Çocuklar, diyor, ben bu inkılabı sizin babanızla, dayınızla, ananızla velhasıl bütün vatandaşlarınızla yaptım. Bu sizin hakkınız. Ancak, görüyorum ki, bana karşı güveniniz çok kuvvetli. Size bir soru soracağım: Kabiliyetsiz bir milletin başında bulunsaydım, bu inkılabı yapabilir miydim?..

İçlerinden Sadi adında biri atılıyor:

- Atam, diyor, sen kabiliyetsiz bir milletin başına gelemezdin. Çünkü, kabiliyetsiz milletten böyle şef çıkmaz!..

Ata, heyecanla ayağa kalkarak bu gencin elini sıkıyor ve:

- Bunu söylemenizi bekliyordum, diyor.

 

Niyazi Ahmet BANOĞLU, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, s.516-517

 

 

 


 

 

 

BABASININ TARLASI

 

Atatürk, Türk insanının zekasını ve çalışkanlığını takdir eder, hangi ortamda olursa olsun zeki insanlara ve onların zekice cevaplarına hoşgörüyle yaklaşırdı. O, düşünce ve yaklaşımlarıyla Türk insanının zekasının gelişimine engel olmamış aksine engel olmak isteyenlere ve onların düşüncelerine karşı mücadele etmiştir. Aşağıdaki anı Türk insanının zekice davranışı karşısında O’nun tavrını göstermesi açısından güzel bir örnektir.

 

 

Bir gün bir köylü Atatürk’ün Orman Çiftliği sınırları içindeki bir tarlayı, kendi tarlasıymış gibi sürüyordu. Onu gördüler. Uyardılar, dinletemediler. Bunun üzerine Atatürk’e söylediler.

Atatürk denetlemeye çıktığı zaman o tarafa gitti. Yanındakiler toprağı sürmekte olan köylüyü göstererek:

- İşte budur, dediler.

Atatürk yavaş yavaş ona doğru yürüdü; yaklaşınca sordu:

- Burada ne yapıyorsun?

Köylü gülümsüyordu. Son derece sevip saydığımız, fakat asla korkmadığımız bir insan karşısında nasıl durursak köylü de öyle duruyordu. Sakin bir sesle cevap verdi:

- Tarlayı sürüyorum.

- İyi ama, bu tarla senin midir?

- Değildir.

- Kimindir?

- Atatürk’ündür!..

Köylü bu cevapları vermekle suçu kabul etmiş oluyordu. Bu itibarla dava kaybolmuş demekti. Atatürk, kendi toprağına tecavüz edildiği için değil, haksızlık yapıldığı için sertlendi ve sordu:

- İyi ama, sen başkasına ait bir toprağın ona sorulmadan ve izin alınmadan sürülüp ekilemeyeceğini bilmiyor musun?

Köylü hiç telaş etmiyordu. Aynı sükunetle dedi ki:

- Biliyorum, fakat benim bu tarlayı sürüp ekmeye hakkım vardır!

Atatürk’ün kaşları çatıldı, büyük bir merak ve hayretle ona sordu:

- Bu hakkı nereden alıyorsun?

- Çok basit... Atatürk bizim babamız değil midir? İnsan babasının tarlasını sürüp ekerse kabahat mi işlemiş olur?

Atatürk’ün yüzünde takdir ve sevgi duygularının en coşkununu anlatan engin bir gülümseme oldu; köylünün sırtını okşadı ve:

- Haklısın!.. diyerek uzaklaştı.

 

N.A. BANOĞLU, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, s.99-100

 


 

 

 

BİR KARIŞ SAKAL

 

Uygar insan, kin ve nefret duygularından uzak sevgiyi kendisine hareket noktası olarak seçmiş insandır. Bu nedenledir ki Atatürkçü eğitim anlayışında sevgi hep ön planda olmuştur. Kendisiyle barışık, başkalarıyla barışık, doğayla barışık... İşte Atatürk’ün görmek istediği Türk insanı. Aşağıdaki anekdot O’nun bu güzel anlayışını yansıtan örneklerden biridir.

 

 

Tarihçi Ahmet Refik, bir süre önce bir tartışma nedeniyle Atatürk’le aralarında meydana gelen gerginliğin, yakın çevresindekiler arasında bir dedikodu konusu yapıldığını biliyordu.

Bir gece, birdenbire onu Atatürk’ün Yat Kulüp bahçesinde beklediğini söylediler. Ahmet Refik, Atatürk’ü bekletmiş olmamak için smokinini giymiş, fakat tıraş olmaya vakit bulamadan onun masasına gelmişti.

Çevredekiler merakla izlerken Atatürk ona:

- Buyurunuz beyefendi, dedi ve tam karşısında Nuri Conker’in yanına oturttu.

Şakacı arkadaşı Nuri Conker, Ahmet Refik’i Atatürk’e gösterdi:

- Paşa, çenesindeki şu bir karış sakala bakınız, dedi.

Atatürk Ahmet Refik Bey’e dönerek:

- Beyefendi, Conker’e bakmayınız. O, insanın başındaki kütüphaneyi görmez de çenesindeki sakalı görür.

Böylece birkaç hafta önceki olayın gerginliği bir anda silinivermiştir.

 

K. ARIBURNU, Atatürk ve Anekdotlar, Anılar s.29

 

 

 

 

 

 

 

 

REŞİD GALİP’İN KAFA TUTMASI

 

Atatürk, her zaman doğru sözlü insanları takdir etmiş, kişisel duygularını devlet işlerine karıştırmamış, devlet işlerinde yalnız akıl ve mantık çerçevesinde hareket etmiştir. O, ülkenin ve ulusun çıkarları söz konusu olduğunda tavır ve davranışlarını beğenmediği yetenekli insanlardan bile yararlanmasını bilmiştir. Başkalarına yaranmak için kendi kimliğini ve kişiliğini gizleyen insanları çevresinde tutmamaya daima özen göstermiştir. Aşağıdaki anekdot O’nun devlet işlerinde duygularına yer vermediğini göstermesi açısından önemlidir.

 

 

Dolmabahçe Sarayı’nda bir akşam Dr. Reşit Galip eğitim sorunlarını eleştirirken sert bir dil kullanıyor. Atatürk:

- Reşit Galip, Esat Bey benim hocamdır. Soframda hocam hakkında böyle konuşmanı istemem.

Deyince Reşit Galip tereddütsüz:

- Burası sizin değil, milletin sofrasıdır. Biz saraydayız ama, hocanız sultan hocası değildir. Cumhuriyette eleştiri serbesttir, diye başlayınca Atatürk:

- Sofradan kalk! emrini veriyor, Reşit Galip hiç aldırmayınca, Ata:

- O halde ben kalkarım, diye sofrayı terk ediyor. Sofradakiler de dağılmaya hazırlanırken, yaver şu emri getiriyor:

- Cumhurbaşkanı hazretleri kendileri varmış gibi sofranın devamını rica ediyorlar.

Ertesi sabah Reşit Galip, Ankara’ya hareket ediyor. Fakat aradan çok geçmeden Milli Eğitim Bakanı oluyor.

 

N. A. BANOĞLU, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, s.235

 

 

 

 

 

 

ATATÜRK’ÜN AĞZINDAN TÜRK KÖYLÜSÜ

 

Türk köylüsü Osmanlı devlet anlayışı nedeniyle yüzyıllar boyunca kendisini padişah-halifenin kulu olarak görmüş, her istenileni itiraz etmeksizin yerine getirmiştir. Yaşadığı sorunları ise devlet görevlilerine yansıtmadan kendi içerisinde çözmeye çalışmıştır. Çünkü kendisine aşılanan yanlış düşüncelerle itaatkar olmayı öğrenmiş ve devlet görevlisini ulaşılmaz kişiler olarak görmüştür. Atatürk’le birkaç köylü arasında geçen aşağıdaki konuşma, Osmanlı yönetiminde halkla devlet görevlileri arasındaki mesafeyi çok iyi göstermektedir:

 

 

Bir gün Akşehir civarında bir köye gittim. Çok yağmur yağıyordu ve soğuk vardı. Kendimi belli etmeyerek, bir evin önünde duran kadına: Bacı yağmur var, soğuk var. Beni çatın altına kabul eder misin, dedim. Hiç tereddüt etmeyerek, buyrun dedi ve beni bir odaya aldı, odada ateş olmadığı ve yeni bir ateşin yakılması uzun zaman alacağı için:

“İsterseniz bizim odaya gidelim. Orada hazır ateş var” dedi. Gittik. Daha sonra, komşulardan birkaç kadın ve birkaç erkek geldi. Beraberce konuşmaya başladık. Konuşurken bana en önemli soruları soranlar kadınlar oldu. Askerin vaziyetini, düşmanın halini, en önemli düşmanın hangisi olduğunu sordular ve bunları sorarken hiçbir telaş ve çekinme göstermediler. İnsanca konuştular. Fakat, biraz sonra, benim kim olduğumu anlayınca, telaş gösterdiler ve söyledikleri, sordukları şeylerden kendilerine zarar geleceğini zannederek korktular! Çünkü şimdiye kadar resmi bir adamla açıkça konuşmanın büyük bir kabahat olduğuna inandırılmışlardı.

 

Niyazi Ahmet BANOĞLU, Atatürk’ün Nükteleri-Fıkraları-Hatıraları s.14

 


 

 

 

 

ATATÜRK VE ADALET

 

Demokratik yapıya sahip hukuk devletini keyfi yönetime sahip monarşik veya teokratik devletten ayıran en önemli faktör; kim olursa olsun herkesi yasalar karşısında eşit kabul etmek ve kimseye ayrıcalık tanımamaktır. Atatürk de bu anlayışı Türkiye’de yerleştirmeye çaba göstermiş, herkesin hukuka, adalet sistemine saygı göstermesi gerektiğini vurgulamıştır. Aşağıdaki anekdot bu anlayışa yönelik güzel bir örnektir.

 

 

Atatürk bir Balıkesir gezisinde, kendisine Milli mücadelede hizmetler etmiş birinin başvurusu ile karşılaştı. Adam bir konuda yanlış hüküm giydiğini söyleyerek yakındı.

Atatürk:

- Haklısın, konuyu ben de biliyorum, dedikten sonra yanında bulunan bir adliye subayını çağırdı. Konuyu anlattı. Düzeltilmesini istedi.

Müfettiş onu dinledikten sonra:

- Efendimiz, dedi, karar bütün adli sıralardan geçtikten sonra tamamlanmıştır. Hükmün yerine getirilmesinden başka yasal yol yoktur, dedi.

Atatürk:

- Ama ben söylüyorum, bu iş haksızlık. Çünkü ben işin usulünü biliyorum, dedi.

Genç Adliye müfettişi:

- Efendimizin beyanı yasa önünde bir değişiklik yapamaz. Adliye Bakanlığı’nın da bir şey yapmasına olanak yoktur.

O anda ortada soğuk bir hava esti. Şimdi bir fırtınanın kopacağı sanılıyordu. Fakat Atatürk sakin bir şekilde sordu:

- Peki bir adli hata olursa yasa bunun düzeltilmesini sağlayamaz mı?

- Yeni bir delille mahkemenin yinelenmesi istenebilir.

O zaman Atatürk başvuru sahibine döndü:

- Beni tanık olarak göster. Onda yeni deliller bulunduğunu öğrendim, diye iddia et. Ben mahkemeye gider, sana tanıklık ederim, dedi.

Sonra da Müfettişe döndü:

- Size teşekkür ederim, dedikten sonra yeniden başvuru sahibine dönüp:

- Neden zamanında başvurmadın. Zamanında gelir tanıklık ederdim. Boş yere mahkemeleri de meşgul etmezdin. Her vatandaş hatta Cumhurbaşkanı bile adalete saygı göstermek zorundadır.

 

H. BESLEYİCİ, Atamız Atatürk, s.110-112

 

 


 

 

 

 

MUSTAFA KEMAL PAŞA
 VE YUNAN KUVVETLERİ KOMUTANI TRİKOPİS

 

Atatürk, askerlik yaşamının her anını cephenin sıcak ateşiyle iç içe geçirmiştir. En ön siperlerde kimi zaman Mehmetçiklerin yanında kimi zaman önünde olmuş, cephenin acılarını, sevinçlerini, zorluklarını, ateşini onlarla paylaşmıştır. O, kararlığıyla, cesaretiyle, sevgisiyle, bilgisiyle, öngörüsüyle Mehmetçiklerin efsanelerine konu olmuştur. Mehmetçik O’na inanmış, O’nunla zaferi mutlak görmüştür. Atatürk’ün, cephede komutanlar ve Mehmetçiklerle iç içe oluşunu, Yunan Başkomutanı Trikopis kendi yenilgilerinin gerçek nedeni olarak görmüştür. Aşağıdaki anekdot bu anlayışa güzel bir örnektir.

 

 

Büyük Taarruz esnasında Gazi’nin yanında bulunan arkadaşlar, Yunan Kuvvetleri Komutanı General Trikopis’in Başkomutan Çadırı’na nasıl getirildiğini şöyle anlattılar:

Trikopis, diğer esir kolordu ve tümen komutanları ile birlikte Gazi’nin huzuruna çıkarıldıkları zaman, hepsi çok heyecanlı ve bitkin halde imişler. Gazi, bunları oturtmuş, kendilerini teselli için bu gibi yenilgilerin tarihte örnekleri olduğunu, sevk ve idareyi eksiksiz yapmış iseler vicdanen rahat olabileceklerini söylediği zaman, Trikopis:

- Askeri görevimi tamamen yaptığıma eminim. Fakat asıl görevimi maalesef yapamadım” diye intihar edemediğini anlatmak isterken, Gazi:

- O size ait bir düşüncedir” diye sözünü kesmiş ve harita üzerinde:

- Şurada bir tümeniniz vardı. Niçin onu şuraya almadınız. Filan yerdeki kuvvetlerinizi falan yere sürseydiniz daha iyi olmaz mıydı? Gibi bazı eleştiriler yapmış, Trikopis:

- Ben öyle hareket etmek için emir verdim. Fakat (yanındaki Kolordu Komutanı’nı göstererek) bu yapamadı” demiş.

Bu görüşmeler olurken esir komutan yavaşça yanında bulunan subaylarımızdan birine:

- Bizim ile konuşan bu general kimdir? diye sormuş, subay:

- Başkomutan Mustafa Kemal, deyince adam hayrete düşmüş:

- Şimdi anladım biz niçin mağlup olduk! Bizim Başkomutan İzmir’de vapurda oturuyordu, diyerek derdini dökmüş.

 

Em.Tümg. Muzaffer ERENDİL, İlginç Olaylar ve Anekdotlarla Atatürk, s.43

 

 

 

 


 

 

 

MUSTAFA KEMAL HAKİKİ BİR TÜRK MİLLİYETÇİSİ İDİ

 

Ulusların yeryüzündeki konumları, ekonomik ve siyasi güçleri ne olursa olsun onur bakımın-dan birbirlerine üstünlükleri yoktur. Her insan kendi ulusunun onuruna duyduğu saygıyı diğer u-luslar için de göstermek zorundadır. Bu aynı zamanda insan olmanın gereğidir. Atatürk, kendi ulusunun onurunu her şeyin üzerinde tuttuğu gibi savaş meydanlarında savaştığı ulusların onuruna da gerekli saygıyı göstermesini her zaman bilmiştir. O, asırlarca ihmal edilmiş, cehalet ve yoksulluğa mahkum edilmiş bir ulusun evladı olmayı kompleks yapmamış, aksine “Ne Mutlu Türküm diyene” demek suretiyle övüncünü dile getirmiştir. Bu özdeyiş ırkçılığın değil, ulus sevgisinin ürünüdür. O’nun bu özdeyişi aynı zamanda, asırlarca bu milletin emeğiyle geçinip sonra da onu küçümseyenlerin suratlarında bir tokat olmuştur. Aşağıdaki anekdot bu anlayışa güzel bir örnektir.

 

 

Mustafa Kemal 5. Ordu’da Arap ırkından olan askerlere özel muamele yapıldığını ve Anadolu çocuklarından üstün tutulduklarını gördükçe üzülüyordu.

- Osmanlılığın telkin ettiği, bu aşağılık duygusundan ne zaman kurtulacağız?  diyordu. Aynı ızdırabı ben de duyuyordum. Yafa’da Mustafa Kemal’in bölüğünde alaydan yetişmiş, Makedonya Türklerinden yaşlı bir yüzbaşı vardı. Yüzbaşı Anadolu’lu kıt’a çavuşlarına kötü davranıyor yeni Arap erlere karşı ise gereğinden fazla tolerans gösteriyordu. Onların azarlanmasına, hırpalanmasına gönlü razı olmuyordu.

Mustafa Kemal, başından geçen bir olayı şöyle anlattı:

- Bir gün Makedonyalı yüzbaşı kıt’a çavuşlarından birini bölük komutanı odasına çağırdı. Müfit’le ben de orada idik. Çavuş sağlam yapılı ve yakışıklı bir Türk delikanlısı idi. Yüzbaşı, gencin onurunu kıracak şekilde azarlamaya başladı. Delikanlıdan çok mensup olduğu ırka hücum ediyordu:

- Sen, diyordu, nasıl olur da yüce Arap ırkına mensup peygamber efendimizin mübarek soyundan gelen bu çocuklara sert davranır, ağır sözler söylersin? Kendini iyi bil, sen onların ayağına su bile dökemezsin...

Gibi gittikçe manasızlaşan sözlerle hakaret ediyordu. Sesi yükseldikçe yükseliyordu. Çavuşun yüzündeki ifadeye baktım. Önce bir babaya duyulan saygının samimiyeti okunan çizgiler sertleşmeye, içten gelen bir isyanın ateşleri gözlerinden okunmaya başladı, fakat gerçek itaatin sembolü olan Türk askeri gibi iç duygularını gemlemeye çalıştı. Göz pınarlarından tanelenen yaşlar yanaklarından döküldü.

Dayanamadım.

- Yüzbaşı efendi susunuz!

Diye bağırdım, birden şaşırdı, sözlerinin bizden onay görmesini beklediği anlaşılıyordu.

- Yoksa fena bir şey mi söyledim? dedi, ben de,

- Evet, çok fena hakaret ettiniz, buna hakkınız yok, bu erlerin bağlı bulunduğu Arap kavmi bir çok bakımdan yüce olabilir, fakat senin de benim de, Müfit’in de ve çavuşun da mensup olduğumuz ırkın da büyük ve asil bir millet olduğu, asla inkar edilemez bir gerçektir.

Yüzbaşı başını önüne eğdi, utanmıştı.

Yıllar sonra, bir gün Ankara’da beni de şahit göstererek anlattığı bu gerçek olay karşısında görüşü şu idi:

“Bu ve buna benzer olaylar, Türk aydınlarının kendi kendisini bilmemesinden ve başka milletlerde şu veya bu sebeple üstünlük olduğunu sanarak, kendini onlardan aşağı görmesinden doğmaktadır. Bu yanlış görüşe son vermek için Türklüğümüzü bütün asaleti ve tarihi ile tanımak ve tanıtmak şarttır.”

Mustafa Kemal’in, Türk Tarih Kurumu’nu kurmasının en büyük nedeni bu asil düşüncede aranmalıdır. Atatürk, Türk Milleti’nin asaletine, büyüklüğüne bütün Türklerin inanmasını ve bunu iftiharla savunmasını hayatı boyunca amaç edinmiştir, milletine:

“Ne mutlu Türküm diyene”

hitabıyla seslendiği zaman, buna varlığı ve içtenliği ile inanmıştı:

 

Ali Fuat CEBESOY, Sınıf Arkadaşım Atatürk


 

 

 

 

SÖYLEDİĞİNİ YAPARDI

 

Başarıyı önleyecek engelleri kaldırdığın zaman başarı kendiliğinden gelir diye düşünen Atatürk, başarısızlık diye bir şey tanımazdı. Ülkenin üzerine kara bulutların çöktüğü, herkesin umutsuzluk içerisine düştüğü işgal yıllarında bile O, umutsuzluğa düşmeyerek Bağımsızlık Savaşı’nı başlatma cesaretini göstermiştir.

Atatürk’ün bu derece kendisine güvenmesinin nedeni, Türk ulusunun düşkün ve onursuz bir yaşamı kabullenemeyeceğine, varını yoğunu özgürlüğü için vermekten çekinmeyeceğine olan inancıdır. Karamsar olanlar, umutları bitik olanlar bu ulusu tanımayanlardı. Tanısalardı özgürlük uğruna bu ulusun bütün yoklukları yeneceğini bilirlerdi. Aşağıdaki anekdot Atatürk’ün bu konudaki görüşlerini yansıtan güzel bir örnektir.

 

 

Kurtuluş Savaşı başladığı sırada Atatürk’e dediler ki:

- Nasıl mümkün olur? Ordu yok!

Atatürk hemen cevap verdi:

- Yapılır!

- İyi ama, bunun için para lazım... O da yok?

- Bulunur!..

- Diyelim ki bulduk, düşmanlarımız hem büyük, hem de çok!

- Olsun, yenilir!..

 

O, dediklerinin hepsini yaptı. Yapamayacağı şeyi asla söylemedi. Bir liderin kendisini milletine sevdirebilmesi için belki ilk şart bu değil midir?

 

A.N.BANOĞLU, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, s.87.

 

 


 

 

 

 

GERİ GÖNDERİNİZ!...

 

Padişah Vahdettin, kendi taht ve tacını kurtarmak uğruna, Anadolu’da başlayan Bağımsızlık Savaşı’nın yok edilmesi dahil, düşmanların her isteğini yerine getirerek kendi ulusuna ihanetten çekinmemiştir. Ne ilginçtir ki, Bağımsızlık Savaşı’nın başarıyla sonuçlanacağı kesinleşince aynı Vahdettin, ihanetlerini unutturmak ve tahtını kurtarmak hesabıyla hanedan ailesinden bir şehzadeyi Bağımsızlık Savaşı’nı destekliyor izlenimi yaratmak düşüncesiyle Anadolu’ya gönderme girişiminde bulunma kurnazlığını da göstermiştir.

Bağımsızlık Savaşı’nı isyan olarak gören, Atatürk ve arkadaşlarının idamını onaylayan, halkın dini duygularını Halife sıfatıyla sömürerek kardeşi kardeşe düşüren, Sevr Antlaşması’nı kabul ederek Türk yurdunun parçalanması projesine evet diyen Vahdettin’in bütün oyunları Atatürk’ün zeka duvarından geri dönmüştür. Aşağıdaki anekdot bu bakımdan oldukça ilginç bir örnektir.

 

 

1921 Haziran’ında Ankara’daki Milli Devlet, Birinci ve İkinci İnönü Zaferlerini kazanmış, İngiltere ve Fransa ile görüşmeler yapılmış; varlığını bütün dünyaya tanıtmış bulunuyordu.

O zamana kadar saltanatı kurtarmak için düşmana yaranmak ve bu amaçla Türk milletinin zincire vurulmasına bile razı olmaktan başka çare görmeyen padişah şüpheye düştü:

- Ya milli hükümet bu davayı kazanırsa? O zaman Osmanlı sülalesi suçlu görülmeyecek mi? Her ihtimale karşı bir şehzadeyi Anadolu’ya yollamalı, Milli Mücadelede Osmanlı sülalesinin de payı olduğunu iddiaya hak kazanmalı!...

Veliaht Mecit Efendinin oğlu Şehzade Faruk, bir vapura bindirildi; İstanbul’la Ankara arasında en kısa yolun başlangıcı olan İnebolu’ya gönderildi.

İleriyi göremeyenler için bir şehzadenin Ankara’ya gelmesi, Türk milletinin hiç olmazsa manevi kuvvetini artırırdı; halbuki saltanat en büyük bela idi.

Şehzadenin geldiği Ankara’ya bildirildi; ne yapılacağı soruldu. İçişleri Bakanı şu emri verdi:

- Şehzadeyi, layık olduğu tören ve saygıyla İnebolu’ya çıkarınız!

Şehzade Faruk, Anadolu toprağına ayak bastı; onun şerefine İnebolu kasabası bayraklarla donatıldı; her tarafta şenlik havası vardı.

Atatürk bunları öğrenince tehlikeyi sezdi; hükümet adına verilmiş ve uygulanmış olan emre rağmen kendi imzasıyla İnebolu’ya şu telgrafı çektirdi:

“Şehzadenin hemen vapura bindirilerek İstanbul’a geri gönderilmesi”

Bu telgraf, mevcut tehlikeyi göremeyen ile ufkun ötesini görenin farkıydı.

 

A.N. BANOĞLU, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, s.90-91

 

 


 

 

 

BU BAYRAĞI YERDEN KALDIRINIZ

 

Kin ve nefret, insan duygusunun en olumsuz yanlarını oluşturur. İnsanlığın mutluluğu bu duyguların yerini hoşgörüye bırakmasıyla olağandır. Sömürgeci ulusların saldırısına uğrayan mazlum bir ulusun önderi olan Atatürk, savaş meydanlarında bile sevgi ve hoşgörü duygusundan ayrılmamıştır. O, düşmanların yöntemleriyle hareket etmemiş, davranışlarıyla ulusların onurunun kutsallığını ortaya koymuştur. Aşağıda yer alan iki anekdot Atatürk’ün bu husustaki duyarlılığını yansıtması açısından önemlidir.

 

 

30 Ağustos 1922 günü sabahı Başkumandan Mustafa Kemal cephede dolaşırken binlerce insan ve hayvan cesedi karşısında duygulanmış ve şunları söylemişti:

- Bu korkunç manzara bütün insanlığı utandırabilir. Ama bu, meşru bir vatan savunmasının doğal sonucudur. Fakat Türkler başka milletlerin vatanlarına aynı şeyi yapmayacaklardır. Bizi buna zorladılar.

Yerde yatan bir Yunan bayrağını görünce de:

- Bunu yerden kaldırınız, bayrak, dedi, bir milletin bağımsızlık sembolüdür. Düşmanın da olsa saygı gerekir.

 

H.BESLEYİCİ, Atamız Atatürk, s.114-115.

 

 

 

BAYRAK ÇİĞNENMEZ

 

Atatürk İzmir’in kurtuluşunda halkın coşkun gösterileri arasında kalacağı evin önüne gelince, kapının önüne serilmiş bayrağı görünce durdu: Bu, ipekten kocaman bir Yunan bayrağı idi. Üzerine basılarak geçilecek bir yol halısı gibi serilmişti:

Kapıdaki kalabalık halk yalvarıyordu:

- Buyurunuz, geçiniz. Bizim öcümüzü alınız! Yunan Kralı, bu evden içeri, bizim bayrağımıza basarak girmişti. Siz lütfedin. Bu karşılıkla o lekeyi silin! Burası sizin şehrinizdir. Bu ev sizin evinizdir. Bu hak sizindir.

Atatürk, o yerde serili bayrağın önünde, bulunduğu noktada kaldı. Çevresindekilere tatlılıkla baktı.

- O, geçmişse hata etmiş. Bir ulusun bağımsızlık simgesi olan bayrak çiğnenmez. Ben onun yanlışını tekrar edemem.

Bayrağı yerden kaldırttı, bembeyaz mermerlere basarak içeri girdi.

 

A.H. PAR, M.A. ÖNEN, Atatürk’ü Anlamak, s.106.

 


 

 

 
NE DİYORSUN

 

Atatürk gerek Kurtuluş Savaşı döneminde gerekse daha sonraki dönemde aldığı her kararda, yaptığı her işte yasal bir dayanak aramış, keyfi ve kanunsuz hiçbir eyleme girişmemiştir. Attığı her adımda devlet adamı sorumluluğunu unutmamış ve ülkede yasaların üstünlüğü ilkesini yerleştirmeye çalışmıştır. Mahkeme kararı olmaksızın “yargısız infaz” yapılmasına asla izin vermemiştir. Aşağıdaki anekdot O’nun bu yöndeki yaklaşımına güzel bir örnektir.

 

 

Erzurum Kongresi sırasında, İstanbul Hükümeti’nin yeni atanmış bir valisinin kimliği üzerinde konuşurken Mustafa Kemal Paşa der ki:

- Eğer işimize zarar verecek bir adamsa, Trabzon’dan İstanbul’a çevirelim, başımıza iş açmasın.

Konuşanlardan Rize üyesi Hoca Necati atılarak “Paşam, üzülmeyin, icabederse Kop Dağı’nda temizlenir” der.

Mustafa Kemal’in acı bir kızgınlıkla verdiği yanıt şudur:

- Hocam ne diyorsun? Yolları kestirip adam mı vurduracağız? Bu memlekette hükümsüz vatandaş öldürülemez. Vatandaş ancak mahkeme kararı ile cezalandırılır. Devlet adamının böyle düşünmesi gerektir.

 

Kemal ARIBURNU, Atatürk, Anekdotlar, Anılar

 

 

 

 

 

 

GERİCİLİĞE YAĞMA YOK

 

Dinsel eğitimin verildiği medreselerde dini kural adı altında yığınla hurafe buradaki öğrencilere ezberletilmiş ve  yüzyıllar boyunca genç beyinler uyuşturulmuştur. Bu eğitimin etkisiyle de her türlü gelişmeye karşı çıkan bağnaz kuşaklar yetiştirilmiştir. Oysa eğitimin amacı toplumu ileriye götürecek, akılcı ve sorgulayıcı mantığa sahip aydın bireyler yetiştirmektir. Medreselerin, toplumun ayak bağı durumuna geldiğini gören Atatürk de bundan dolayı bu köhnemiş kurumlara son vermiş ve tekrar açılması yönündeki istekleri de sert bir şekilde reddetmiştir.

Atatürk’ün bir Karadeniz gezisinde söyledikleri bu konudaki tavrını açıkça yansıtmaktadır:

 

 

Kız ve erkek çocukların bir arada okumaya başladıkları sırada, Karadeniz kıyılarında bir inceleme gezisine çıkan Atatürk, 19 Eylül 1924 Cuma günü Rize’de bulunurken Rize ve Pazar müftüleri kendisine bir dilekçe verirler. Atatürk, sunulan dilekçeye göz gezdirdikten sonra biraz sinirli müftülere döner:

- Yaaa?... Demek medreselerin tekrar açılmasını istiyorsunuz? Bu millet, çocuklarını istediği gibi okutmayacak mı? Şimdiye kadar geri kalmamızda, en büyük etkinin ne olduğunu hala bilmiyor musunuz? Hayır, medreseler açılmayacak!.. der ve birdenbire kopan alkış sağanağı içinde sözlerine devam eder.

- Geçiminizi mi düşünüyorsunuz? Rahat olun, ibadetinizle meşgul olun bırakın bu milleti!.. Bu kararı veren Meclis’te, sizden büyük alimler yok mu sanıyorsunuz? Millet, bildiği gibi yapacak... anladınız mı?

Bu sözleri de sürekli alkışlarla karşılanırken yanıbaşındaki valiye dönerek:

- Bu adamlar, burasını ahundlar (İranlı Din Adamı) İran’ı gibi mi yapmak istiyorlar?...

 

Falih Rıfkı ATAY, Çankaya

 

 

 

 

 

 

 

ÖLÜLERDEN YARDIM İSTENMEZ

 

İnsanların sıkıntılarının ve geri kalmışlıklarının gerçek nedenini; hoşgörü ve yaratıcılığı reddeden hurafelerin etkisinden kurtulup, akıl ve bilimin gücünden yararlanma refleksini gösterememiş olmalarında gören Atatürk; ülkede şeyhlik ve dervişlik iddiasında bulunup halkın bilincini sömürenlere asla izin vermemiştir. Tanrı ile kul arasına girerek inançların sömürüsünü yapmaktan başka mesleği olmayan asalakların uygar dünyada yeri olmamalı. Aşağıdaki anekdot Atatürk’ün bu konudaki yaklaşımını yansıtması açısından güzel bir örnektir.

 

 

Atatürk Kastamonu’da yaptığı bir konuşmada hurafelere ait birçok örnekler verdikten sonra türbelerden ve yalancı evliyalardan bahsederek

- Ölülerden yardım istemek uygar bir topluluk için utanç vericidir, dedi ve şöyle devam etti.

- Mevcut tarikatların amacı kendilerine bağlı olan kimseleri dünyada ve manevi hayatta saadete ulaştırmaktan başka ne olabilir?.. Bugün ilmin ve fennin bütün kapsamı ile uygarlığın parlak ışıkları karşısında filan şeyhin öğretisinde maddi ve manevi saadet arayacak kadar ilkel insanların uygar Türk topluluğunda bulunduğunu asla kabul etmiyorum, (şiddetli alkışlar).

Arkadaşlar, efendiler ve ey millet! İyi biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler ve mensuplar memleketi olamaz. En doğru, en gerçek tarikat, uygarlık yoludur (sürekli alkışlar) Uygarlığın emir ve talep ettiğini yapmak, insan olmak için yeterlidir. Tarikat şeyhleri bu dediğim gerçeği bütün açıklığı ile anlayacak, kendiliklerinden derhal tekkelerini kapatacak ve müritlerin artık olgunluğa kavuştuklarını elbette kabul edeceklerdir.”

 

H.R. SOYAK, Atatürk’ten Hatıralar, s.268

 

 


 

 

KAMÇISIZ YÖNETİM

 

Kurtuluş Savaşı’nın başlamasından 1938 yılında ölümüne kadar Türk Milletine önderlik yapan Atatürk, bu süre içerisinde, Osmanlı döneminde çok sık uygulanan baskı yönetimine başvurmaksızın toplumu ikna yolu ile yönetmiştir. Zorbalığa başvurularak ve sindirilerek toplumun kazanılamayacağını, korku ve baskı ile ancak geçici bir süreyle insanların desteklerinin alınabileceğini çok iyi bilen Atatürk, bu yüzden ikna yöntemini kullanmış ve başarılı olmuştur. Aşağıdaki anekdot Atatürk’ün bu anlayışına güzel bir örnektir.

 

 

(Bir süre evli kaldığı eşi Latife Uşaklıgil’in anılarından).

Evli bulunduğumuz sıralarda idi. İzmir’deydik.

Doktorların önerisi gereğince sessiz, sakin bir hayat sürmesi, dinlenmesi gerekliydi:

Bir türlü uyuyamadığı bir gece:

- Latife, ben şimdi tramvaya binmek istiyorum, dedi.

- Dinlenseniz olmaz mı? Vakit de oldukça geç, dedim.

- Ben de vaktin geç olmasından yararlanıp tramvaya binmek istiyorum ya, diye karşılık verdi.

Derhal gereken yerlere emir verildi. Bir atlı tramvay hazırlandı.

- Tramvay hazır, emrinize amade...

Yanlarına yaverlerini de aldılar. Hep birlikte tramvaya gittik. Bir sürücüden başka kimse yoktu. Atatürk sürücünün yanına yaklaşıp sordu:

- Sen atları kamçı ile mi idare edersin?

- Tabii Paşam, kamçısız idare edilir mi?

- Neden idare edilmesin?

- Biz görmedik...

Ata sürücünün yanına oturdu.

- Sen şu yerini bana ver de, kamçısız idare edeyim, dedi.

Sürücü hemen yerini verdi. Atatürk dizginleri ele aldı. Tramvay atlarını kamçısız sürmeye başladı.

- Nasıl idare edebiliyor muyum?

- Benden daha güzel idare ediyorsunuz Paşam...

- Ben de senin gibi bir idareciyim. Ben de yüzbinlerce insanı idare ettim. Onları ölüme giden yola seve seve sevkettim. Fakat bir tanesine bile kamçı kullanmadım.

 

Hadi BESLEYİCİ, Atamız Atatürk, s.88-89

 


 

 

 

DEVLET VE BÜROKRASİ

 

Vatandaşlarına “angarya” yüklemek Osmanlı Devleti’nin çok sık başvurduğu bir uygulamaydı. Herhangi bir kanuna dayanmadan keyfi bir emirle insanlar işlerinden alıkonularak, ücretsiz olarak zorla çalıştırılırlardı. Cumhuriyetin kurulmasıyla vatandaşın hak ve özgürlüklerine saygı gösteren bir anlayış yerleştirilmeye çalışılıyordu. Oysa bazı yöneticiler, Osmanlı’dan kalan kötü alışkanlıkla kanun dışı, insan onuruna yakışmayan keyfi davranışlarına devam ediyordu. Bunlardan biriyle karşılaşan Atatürk tepkisini şöyle belirtir:

 

 

Cumhuriyetin ilanından sonra idi. Karadeniz’de bir gezintiye çıkmıştı. Kendisine eşlik edenler arasında bulunuyordum. Rize’ye geldik. Yolların düzgünlüğü ilgisini çekmişti, valiye:

- Yollarınızı nasıl bu hale getirebildiniz? diye sordu.

Vali de anlattı. Bu yakın köylüleri jandarmalarla toplattırmış ve yol onarımında çalıştırmış.

Ata’nın kaşları çatıldı, oldukça sert bir dille:

- Vali bey, dedi, “corvee” nedir bilir misin? Öyle ise ben söyleyeyim; angarya demektir ve şu anda bilmeniz lazım ki, kanunsuz hiçbir vatandaşı işten alıkoyamaz, onu çalışmaya zorlayamazsınız. Cumhuriyet’te angarya diye bir şey yoktur.

 

Kemal ARIBURNU, Atatürk.

 

 

 

 

 

 

ANADOLU’YU DİNLEDİNİZ Mİ?

 

Atatürk herhangi bir konuda karar alırken mutlaka çevresindeki insanların da düşüncesini alır, farklı görüşlerden yararlanırdı. Özellikle toplumun eğilimine büyük önem verir ve halka danışılması gerektiğine inanırdı. Bağımsızlık mücadelesine girişirken de Türk milletinin özgür yaşama arzusunu görmüş ve halktan aldığı bu mesajla mücadeleye atılmıştır. Atatürk’ün bu yöndeki tutumu ve davranışına aşağıdaki anekdot güzel bir örnektir.

 

 

Acı işgal günlerinde, önemli devlet adamlarının da hazır bulundukları toplantıda herkes, Türkiye’nin düştüğü acıklı duruma kendisine göre bir çare arıyor; Amerikan, İngiliz himayesinden dem vuruluyordu. Bir aralık, Mustafa Kemal Paşa’ya da sordular. Atatürk şu kısa yanıtı verdi:

- Efendiler, hepiniz konuştunuz, arzularınızı beyan ettiniz ve birbirinize sordunuz, hepinizi dinledik. Fakat ... Anadolu’ya bir şey sordunuz mu? Anadolu’yu dinlediniz mi? Ona da soralım, bir de onu dinleyelim efendiler!

 

Kemal ARIBURNU, Atatürk, Anekdotlar, Anılar

 


 

 

 

 

KIRK ASIRLIK TÜRK YURDU

 

Hastalığının iyice ağırlaştığı, 1938 yılında doktorlarının istirahat dışında hiçbir şeye izin vermedikleri durumda bile Atatürk, yurt sorunlarından kopamamıştır. O, Hatay’ın Anavatana katılmasını gerçekleştirmek için ölümü pahasına askeri manevralara katılmış ve vatan sevgisinin yaşama arzusundan önce geldiğini göstermiştir. Bu gösteri O’nun çılgınlığından değil, vatanına ilişkin görevlerini henüz tamamlamadığı yönündeki düşüncelerinden kaynaklanmaktaydı. Aşağıdaki anekdot Atatürk’ün vatan sevgisini yansıtan güzel bir örnektir.

 

 

1923 yılı Mart’ının On Beşi Pazar günüydü. Atatürk, Adana İstasyonu’nda trenden inmiş; sağı solu dolduran halkın coşkun alkışları, “Yaşa varol!” sesleri arasında yaya olarak kente giriyordu.

Yarı yolda karalar giymiş bir kadın kalabalığı göze çarptı; sonra onların arasından ikişer levha taşıyan dört genç kız çıktı; Atatürk’ün önünde durdular. Arkalarından bir kız daha göründü ve önüne geçti. Hıçkırıklar, iniltiler ve yalvarışlarla dolu bir nutuk söylemeye başladı. Bu genç kızın kişiliğinde henüz tutsak bulunan İskenderun’la Antakya’nın Türk olan bütün halkı: “Bizi de kurtar” diye yalvarıyordu.

Herkesin gözleri yaşarmıştı, hıçkırıklarını tutamayanlar vardı.

Atatürk’ün de gözleri nemliydi ve başı eğilmiş gibiydi. Genç kızın nutku bitince Atatürk’ün alnı yükseldi; mavi gözlerinde ve pembe yüzünde bir çelik parıltısı görüldü. Her kelimesi üzerinde kuvvetle durarak:

- Kırk asırlık Türk yurdu yabancı elinde kalamaz! dedi.

On altı yıl sonra Hatay sorunun en heyecanlı günlerinde, hasta ve bitkin olmasına rağmen, Hatay’a yakın olmak için tekrar Adana’ya gitti. Dört saat ayakta durmak, birliklerin geçidini izlemek gibi olağanüstü bir dayanıklılık gösterdi. Hatay kurtuldu, fakat Atatürk’ü yitirdik.

İsmail Habib, bu konuyu şöyle bitirir:

“Hatay, Hatay! Seni kurtaran, aynı zamanda senin şehidin oldu!”

 

A.H.PAR / M.A.ÖNEN, Atatürk’ü Anlamak, s.83-84

 

 

 

 

 

 

 

YERE DÜŞEN BARDAKLAR

 

Doğru olan davranış; insanların kusurlarıyla alay edip, küçük düşmesine neden olmak değil, aksine insanların kendi istemleri dışında gerçekleşen kusurlarını paylaşarak onların onore olmalarına katkıda bulunmaktır. Atatürk, bulunduğu ortamlarda geniş hoşgörüsüyle insanların küçük düşürülmesine ve ezilmesine meydan vermemiştir. Aşağıdaki anekdot Atatürk’ün bu husustaki yaklaşımını yansıtan güzel bir örnektir.

 

 

Atatürk, Boğaziçi’nde bir gazinoda dinlenirken halkın, okşayan bakışlarla sesini duymak için konuşmasını beklediklerini hissetti. Çevresindeki gençlerle sohbete başladı. Konu sanatın türlü dalları ile ilgili, akademik bir havaya bürünmüştü. Herkes, kulak kesilmiş, O’nun bu konular üzerindeki düşüncelerini dinlerken, köşedeki masaların birinde oturan bir beyin elindeki bardak o sessizlik içinde kulakları irkilten bir şangırtı ile yere düşüyor. Herkesin yerici bakışları, bu yakışıksızlığı yapanın üzerinde toplanıyor. Adamcağız neredeyse sakarlığın verdiği utançtan ölecek... Tam bu sırada ikinci bir şangırtı, bu kez bakışları kendi bardağını da yere bıraktıktan sonra eli henüz havada duran Atatürk’ün gülen yüzü ve hoşgörülük taşıyan gözleri üzerine çekiyor.

Ve halk, bu davranıştaki inceliği kavradığını uzun, çok uzun alkışlarla anlatıyor.

 

A.H. PAR, M.A. GÖNEN, “Atatürk’ü Anlamak”, s.99-100

 

 

 

 

 

 

ATATÜRK’ÜN YARGIÇ KARARINA SAYGISI

 

“Suçu kanıtlanana kadar herkes suçsuzdur” anlayışı hukuk devletinin temel ilkesidir. Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti de demokratik-laik bir hukuk devletidir. Bu devlet anlayışına göre yasalar karşısında herkes eşittir ve kimseye ayrıcalık tanınamaz. Cumhuriyeti kuran ve bu devletin ilk cumhurbaşkanı olan Atatürk, kendisine suikast girişiminde bulunma hazırlığında olduğu iddia edilen bir kişinin davasına bile hiçbir şekilde müdahale etmemiş, bağımsız yargıya güven duyarak Türkiye’de de hukuk devleti anlayışının yerleşmesine katkıda bulunmuştur. Aşağıdaki anekdot O’nun bu yöndeki yaklaşımını yansıtması açısından güzel bir örnektir.

 

 

Ölümünden iki yıl önce Atatürk’ün canına kıymak için düzenlenen bir suikast girişimi meydana çıkarılmıştı. Bu girişimde bulunmakla suçlanan kimse “Milli Mücadele’den beri Ata’nın yolunda çalışmış, sevgi ve güvenini kazanmış, birçok iyiliklerini de görmüş biri idi.

Haber yurtta şaşkınlık ve tiksinme yaratmıştı. Herkes bunu konuşuyor “Nasıl olur, Nasıl olur!” diyordu, bir türlü herhangi bir nedene bağlayamıyordu.

Sanık tutuldu, adalete teslim edildi. Fakat Atatürk olaydan haberi yokmuş gibi, bu konuda ne düşündüğünü açıklamak için ağzını açmadı, adalet son sözünü söyleyinceye dek sustu. Atatürk’ün bu suskunluğu çeşitli yorumlara uğramıştı, kimi “bu üzüntülü olayı anmak istemiyor” dedi; kimi de “bunun doğru olduğuna inanmıyor” diye düşündü.

Sanığa yükletilen suç yargı yerinde ispat edilemediği için adam aklandı.

İşte, yargıç kararını bu yolda verdikten sonradır ki Atatürk bu konuda ağzını ilk ve son kez olarak açtı ve yalnız şunu dedi:

- Suça yeltenilmiştir, ancak yargıç buna kanacak ölçüde kanıt bulmuş değildir.

 

Mehmet Ali AĞAKAY, Atatürk’ten 20 Anı

 


 

 

 

 
VATAN İÇİN

 

Atatürk, Türk milletine karşı görevlerinin hiçbir zaman bitmeyeceğini, onun için ne yapsa az olduğunu düşünürdü. Bu nedenle hayatının son anlarında bile bu millet için bir şeyler yapmak çabasında olmuş, doktorların sağlığıyla ilgili uyarılarına rağmen yurt sorunlarıyla ilgilenmekten kendisini alıkoymamıştır. Ondaki vatan ve millet sevgisinin en iyi göstergesi yaptıkları ve yapmak istedikleridir. Aşağıdaki anekdot bu sevgiyi yansıtan sayısız örneklerden sadece birisidir.

 

 

Atatürk’ün rahatsızlığının son günlerinde doktorları Atatürk’ün devlet işleriyle uğraşmasını yasaklamıştı. Ancak, ölümünden otuz altı gün önce Başbakan Celal Bayar hazırlığı tamamlanmış “Üçüncü Beş Yıllık Kalkınma Planı” dosyası ile birlikte Atatürk’ü ziyarete geldi. Celal Bayar planla ilgili olarak bir iki temel konuda Atatürk’ün düşüncelerini öğrenmek istiyordu. Doktorları en çok beş dakika izin verdiler.

Bundan sonrasını Celal Bayar şöyle anlatır:

“Sanki hasta değil, rahat bir uykudan yeni kalkmış gibiydi.

Elimdeki dosyanın ne olduğunu sordu:

- Üçüncü Beş Yıllık Kalkınma Planı’nın son şekli, efendim, dedim.

Eliyle işaret etti.

- Şöyle, yanıma otur, anlat.

Şezlongunu yükseltmelerini ve arkasına bir yastık konulmasını istedi. Göreceği yakınlıkta oturdum. Dinledikçe alakası artıyordu. Verilen beş dakika geçmişti. Genel Sekreteri Hasan Rıza’nın bana bunu hatırlatmak için içeri girdiğini hissetti:

- Gel Soyak, sen de dinle, başbakan çok güzel şeyler anlatıyor, dedi.

Sadece başlıkları okuyor, birkaç cümle ile o bahsi tamamlıyordum. Öğrenmek istediklerimi de öğrenmiştim. Yakın gelecekleri okurcasına:

- Ufukta, yeni bir dünya savaşının bulutları var. Acele edin. Bunların çoğu ordu ve halk ihtiyaçları için şart olan tesisler, Allah muvaffak etsin, acele edin, dedi.

Bunları söyleyen insan birkaç gün önce komadan çıkmıştı.

Sağlığı ile ilgili tek kelime etmedi.

 

Cemal KUTAY, Atatürk Olmasaydı

 


 

 

 

 

ANNESİNİ YİTİRMESİ

 

Atatürk’ün en büyük ideali; ülkeyi ulus egemenliğine dayalı demokratik-laik çağdaş bir devlet ve toplum yapısına kavuşturmaktı. Gerçekleştirdiği devrimlerle bu idealine kavuşan büyük insan, aynı zamanda kendi eserim dediği “Cumhuriyet”in de en yılmaz muhafızıydı. Aşağıdaki anekdot Atatürk’ün bu konudaki düşüncelerini yansıtması açısından güzel bir örnektir.

 

 

14 Ocak 1923’te Atatürk, kendisini yetiştiren, zeki,okumuş ve vefalı annesini İzmir’de yitirdi. Zübeyde Hanım, Karşıyaka’da toprağa verildi. Atatürk, annesinin mezarı başında yaptığı konuşmada: “Annemi yitirmekten çok üzgünüm. Ama benim bu acımı gideren bir avuntum var: Anayurdu yoksulluğa, yokluğa sürükleyen yönetimin, artık bir daha geri gelmeyecek gibi yokluğun mezarına götürülmüş olduğunu görerek ölmüş olmasıdır. Annem, şimdi bu toprağın altında, ama bu toprağın üstünde Anayurt bütünlüğü ve ulus egemenliği dünyanın sonuna kadar sürecek, beni avutan en etkili güç işte budur. Evet, ulusal egemenlik dünyanın sonuna kadar sürüp gidecektir. Annemin ve bütün atalarımın ruhunu tanık tutarak vicdanımdan kopan andı bir daha söyleyeyim: Annemin mezarı önünde ve Tanrı’nın yüce katında söz verip and içiyorum ki, ulusumun bu kadar kan dökerek elde ettiği egemenliğin korunması ve savunulması için gerekirse annenim yanına gitmekte gecikmeyeceğim. Ulus egemenliği için canımı vermek, benim için vicdan borcu, namus borcu olsun.” demiştir.

 

H. BESLEYİCİ, Atatürk’ü Anlamak, s.42

 

 

 

 

 

 

 

MİLLETİNE İNANCI

 

Atatürk, Türk milletinin yeniliğe açık, doğrunun ve güzelin peşinde koşmasını bilen, inandığı liderin izinde her şeyini feda etmeye hazır, çalışkan, onurlu ve fedakar bir millet olduğu inancını ölünceye kadar taşımıştır. Türk milleti de O’nu bu düşüncesinde asla yanıltmamıştır. Aşağıdaki anekdotta da Onun bu konudaki düşüncesini yansıtan güzel örneklerden biridir.

 

 

Sarayburnu’ndaki büyük eğlentide, 9 Ağustos 1929 akşamı etrafını saran halka hitaben, ilk defa Harf Devrimi’ni açıklayarak, yeni harflerin kabul edilmesi gerektiğini belirttikten sonra:

- Bir milletin yüzde onu-yirmisi okuma yazma bilir de, yüzde seksen-doksanı bilmezse, ayıptır. Bu millet utanmalıdır. Ama Türk milleti utanmak için yaratılmış bir millet değildir. İftihar etmek için yaratılmış, şanlı şerefli bir millettir. Tarihi baştan başa iftiharla dolu bir millettir. Okuma yazma bilmeyenlerin çokluğu, onun hatası değildir. Hata, Türk’ün karakterini anlamayarak kafasını bir takım zincirlerle saranlardadır. Artık geçmişin bu hatalarını kökünden temizlemek zamanındayız. Hataları düzelteceğiz. Bu konuda bütün vatandaşların çabasını isterim. En fazla, bir iki sene içinde, bütün Türk toplumu yeni harfleri öğrenmelidir, öğrenecektir. Milletin, kafasıyla olduğu gibi, yazısıyla da uygar dünyanın yanında bulunduğunu gösterecektir!” deyince, halk, kendisini kucaklamak, bağrına basmak isteyen bir coşkunlukla alkışlarken, heyecandan ağlaşanlar bile görülmüştü.

Oradan Büyükada’ya gitmişlerdi. Yat Kulübü’nde, pırıl pırıl ışıklar içinde, kırıta kırıta sırıtan fraklı, smokinli, tuvaletli bay, bayanlarla karşılaşınca, bir an durmuş, yanındakilere:

- Hani Sarayburnu’nda yaptığımız yok mu? Onu burada yapamazdık!... demişti.

 

Niyazi Ahmet BANOĞLU, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, s.120-121

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ATATÜRK, ÇANAKKALE ŞEHİTLERİ VE

ÇANAKKALE’DE ÖLEN DÜŞMAN MUHARİPLERİ

 

Büyük insan Atatürk’e, insan Atatürk’e bakınız. İçişleri Bakanı Şükrü Kaya Çanakkale bölgesine denetlemeye gidecek. Veda için ziyaret ettiği zaman Atatürk şöyle diyor:

- Çanakkale’ye gittiğin zaman aziz şehitlerimizi de ziyaret edeceksin. Bu görevi yapacağına şüphe yok. Yalnız nasıl bir nutuk söyleyeceksin. Ben söyleyeyim. Burada yatan aziz şehitlerimiz! Sizi hürmetle, saygı ile anıyoruz, diyeceksin. Mehmetçik anıtının başında, bütün yeteneğinle konuşacaksın. Burada rahat ve huzur içinde yatınız, diyeceksin. Siz olmasaydınız, siz göğüslerinizi çelik kalelere siper etmeseydiniz, bu boğaz aşılır; İstanbul işgal edilir; vatan toprakları istilaya uğrardı, diyeceksin.

- Evet, böyle konuşacağım!

- Hayır, hayır... Sen böylenin üstünde, çok daha başka konuşacaksın. Dünyaya seslenircesine konuşacaksın. Orada, Çanakkale’de yalnız bizim şehitlerimiz değil, bu toprak üstünde kanlarını döken insanları da o kahraman askerleri de hürmetle, saygıyla anacaksın.

- Paşam, ben bunları yapamam; çünkü bu sözler ancak sizin söyleyebileceğiniz yüksek sözlerdir.

- Söyleyeceksin. Çanakkale’den dünyaya karşı böyle konuşacaksın. Senin böyle konuşman gerekir.

Şükrü Kaya Atatürk’ün yanından ayrılıyor ve gece tekrar buluşuyorlar. Atatürk, Şükrü Kaya’ya uzun bir kağıt uzatıyor. Bu, Çanakkale’de söyleyeceği nutuktur. Atatürk bizzat hazırlamıştır ve Şükrü Kaya, bu nutku alıp Çanakkale’ye gidiyor. Orada Mehmetçiğin mezarı başında bu nutku söylüyor. Nutukta Şükrü Kaya’nın yabancı askerlere hitaben belirttiği cümleler şunlardır:

“Bu memleketin toprakları üstünde kanlarını döken kahramanlar! Burada bir dost vatanın toprağındasınız. Huzur ve rahat içinde uyuyunuz. Sizler, Mehmetçiklerle yan yana, koyun koyunasınız. Uzak ülkelerden evlatlarını savaşa gönderen analar! Gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız, bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat rahat uyuyacaklardır. Onlar, bu toprakta canlarını verdikten sonra, artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.”

Şükrü Kaya, Atatürk’ün toprağında yendiği milletlere karşı gösterdiği yüksek insanlık hislerinin ifadesini taşıyan cümleleri Çanakkale’de söylüyor, Ankara’ya dönüyor.

Meğer Mehmetçik Anıtı’nın başında söylenen bu sözleri kaydeden birkaç gazeteci varmış. Onlar bu sözleri gazetelerine bildiriyorlar, nutuk dünyaya yayılıyor ve aradan hafta geçmiyor; Şükrü Kaya’ya telgraflar yağıyor. Ta Avustralya, Yeni Zelanda’dan günlerce sonra mektuplar geliyor. Gözleri yaşlı analardan, kardeşlerden, siyasi şahsiyetlerden, askerlerden. Şükrü Kaya, bu konuşmasından dolayı tebrik ediliyor, takdir ediliyor.

Oysaki söz, büyük askere aittir. Ve O büyük asker, dün yendiği milletlere karşı düşmanlık hissi beslememekte, en insani, en medeni hislerle, dostluk elini uzatmaktadır ve bunu Türkiye Cumhuriyeti’nin İçişleri Bakanı’na söyletmektedir. “Yurtta barış, cihanda barış”... Atatürk’ün bu sözünü dünya milletleri arasında düşmanlığın unutulmasından aldığı nasıl belli.

 

Em.Tümg. M.ERENDİL, İlginç Olaylar ve Anekdotlarla Atatürk, s.85-86

 

 

 

 

 

 

 

SORAMAZDIN

 

Atatürk’e ve O’nun düşüncesine karşı olanlar, tarihsel gerçekleri çarpıtarak Atatürk’ü, kendi uluslarının ve insanlığın felaketini hazırlayan Hitler ve Mussolini gibi diktatörlerle kıyaslamaktalar. Bu diktatörler, kendi ülkelerinde demokrasilere son vererek baskı yönetimlerini kurmuşlardır. Oysa Atatürk, kişi egemenliğine dayalı keyfi monarşi yönetiminden Türk ulusunu kurtararak ulus egemenliğine dayalı bir yönetim getirmiştir. O, Türk halkını kulluktan kurtararak hak ve özgürlüklerinin bilincine sahip yurttaş yapmak için hayatını adamıştır. O’nu diktatörlükle suçlayanlar ya gaflet içerisinde olan kıymet bilmezlerdir ya da O’nun getirdiği çağdaş değerlerden rahatsızlık duyan geçmiş yönetimin kalıntıları olan tutucu ve yobazlardır. Bu tür düşünenlere, bir gençle Atatürk arasında geçen aşağıdaki diyalog bir cevaptır.

 

 

Bir halk toplantısında, bir genç O’na şu soruyu sordu:

- Paşam, size diktatör diyorlar, ne dersiniz?

- Ben, diktatör olsaydım, sen bana şimdi bu soruyu soramazdın?

 

Hadi BESLEYİCİ, Atatürk’ü Anlamak, s.129

 

 

 

 

 

 

 

ATATÜRK VE MİLLİ BİRLİK

 

Milli birlik ve bütünlük bir milletin varoluş sebeplerinden biri ve Atatürk’ün üzerinde önemle durduğu sebeplerdendir. O, 23 Mart 1923’te Afyonkarahisar’da halkla yaptığı konuşmada bu konuyu şöyle dile getirmiştir.

 

 

“Yurttaşlarım,

Gördüğünüz bütün o felaketlerden sonra, sizleri o felakete sürükleyen sebepleri anlamışsınızdır ve o felaketlerden nasıl kurtulduğunuzu, elbette takdir etmişsinizdir. Sizler ve bütün millet o felaketlere kendine güvenmediği, geleceğini şunun bunun eline verdiği, şunun bunun esiri olduğu için uğramıştır. O, felaketlerden ancak milli benliğinize hakim olduğunuz için kurtuldunuz; amaca doğru bütün bir millet halinde yürüdünüz; üzerinize çöken felaketlere tahammül gösterdiniz, sebat gösterdiniz ve ancak bu sayede başarılı oldunuz.

Bundan sonra da egemenliğinizi canınız gibi koruyarak ulusal egemenliğinize, namusunuza, kutsal değerleriniz gibi dört elle sarılarak hiç durmadan bütünlük içinde geleceğe doğru yürüyecek, bugünden daha saadetli, daha şerefli ve mutlu günlere kavuşacağız.

Yurttaşlarım,

Allah birlik ve beraberlik içinde çalışan şerefini, namusunu koruyan ulusları mutlu eder. Biz de bundan önce olduğu gibi bundan sonra da bu anlayışla çalışırsak, Allah’tan böyle bir mutluluğu istemeyi hak ederiz.”

 

Em.Tümg. Muzaffer ERENDİL, İlginç Olaylar ve Anekdotlarla Atatürk, s.64

 

 

 

 

 

 

 

 

 

MEHMETÇİĞİN HAKKI

 

Tarihimiz boyunca Türk askeri büyük zaferler kazanmıştır. Zaferlerin kazanılmasında en büyük etken iyi eğitim, yüksek moral ve çağın teknolojisinde yararlanmak olmuştur. Eğitimsiz, moralsiz ve teknolojiden yararlanmadığı anlarda Osmanlı Devletinin son döneminde olduğu gibi hep yenilmiştir. Zaferler kazanıldığı zaman bazı din adamları bunda evliyalarının ve dualarının payı olduğunu söylemişlerdir. Kaybedilen savaşlarda ise kendilerine hiç pay çıkarmamışlardır. Oysa zaferlerin de, yenilgilerin de temelinde ordunun savaşa hazır olup olmaması vardı. Zaferde en büyük pay kanını, terini akıtan Mehmetçiğindir. Atatürk aşağıdaki anekdotta bu gerçeği vurgulamaktadır.

 

 

Sakarya Meydan Savaşı zaferle sona ermiş, Gazi Ankara’ya dönüyormuş. Karşılama törenine katılan halk, Gazi geçtikçe alkış tutuyor ve arkasından büyük bir alay halinde ilerliyorlarmış.

Meclis binasının önüne gelinmiş, Gazi bakmış ki alayın başında bulunanlar yukarıya doğru yol almakta. Meğer bu tören şöyle düzenlenmiş: “Cemaat” halinde Hacı Bayram Veli’nin türbesine gidilecek, onun “yüksek maneviyatının yardımıyla” kazanılan bu büyük zafer için orada dua edilecek, sonra meclise dönülerek nutuklar okunacak.

Gazi:

- Öyle şey olmaz, yurt toprağını karış karış kanını akıtarak ve canını vererek savunan Mehmetçiğin hakkını ben evliyalara kaptırmam! Deyip doğruca meclis binasına sapmış.

Atatürk böyle bir davranışta bulunmasının gerekçesini ise şöyle açıkladı:

- Kimileri benim bu davranışıma kamunun inancını inciten yersiz bir davranış gözüyle bakmış olabilirler; ama ben, hele yurdun savunmasında, güvenilecek gücün evliyaların, yatırların “maneviyatı” olamayacağını hatırlatmayı artık zorunlu bulmuştum.

 

Hadi BESLEYİCİ, Atatürk’ü Anlamak, s.123-124

 


 

 

 

 

BU MİLLET O KADAR ZENGİN DEĞİL

 

Türk ulusunun binbir yokluk ve sıkıntılar içerisinde olmasına rağmen ayağındakini, bedenindekini ve boğazındakini vererek Kurtuluş Savaşı’nı başarıya ulaştırdığını iyi bilen Atatürk, savaş sonrasında halkın devam eden yoksulluğunu yenmek için çok çalışmıştır. Bu nedenle hemen her alanda savurganlığın önlenmesi ve tasarruf bilincinin yerleşmesine çaba harcamıştır. Buna özen gösterenleri de takdir etmiştir. Aşağıdaki anekdot, Atatürk’ün bu konudaki düşüncelerini yansıtan güzel bir örnektir.

 

 

Bir tarihte Atatürk Ege Vapuru ile Mersin’e gitmiş. Dönüşte vapur Fethiye’de durmuş. Kasabada halk şenlik yaparken, gemilerden de havai fişekler atılıyormuş. Kendisine eşlik eden Zafer Torpidosu’nda bulunan Atatürk, donanmanın şenliklerini seyrederken, kumandanlardan biri, Zafer Torpidosu kumandanına bir torpil atmasını söylemiş.

Torpido Kumandanı:

- Hay hay efendim, demiş, yalnız bir torpilin değeri elli bir liradır.

Bunun üzerine Atatürk:

- Vazgeçin torpil atmaktan, bu millet o kadar zengin değildir.

Ve torpido kumandanına dönerek:

- Sizi kutlarım, diye iltifatta bulunmuş.

 

Em.Tümg. Muzaffer ERENDİL, İlginç Olaylar ve Anekdotlarla Atatürk, s.143

 

 

 

 

 

 

 

TÜRKİYE’YE KİN YAKIŞMAZ

 

Kurtuluş Savaşı süresince işgalci Yunanlılarla birlikte İngiliz ve Fransızlarla da mücadele eden Atatürk buna rağmen, bu milletlere karşı herhangi bir kin ve düşmanlık beslememiştir. Kurtuluş Savaşı’nı ulusal bağımsızlık ve toprak bütünlüğümüz için yürüten büyük önder, savaşın bitiminden sonra da işgalci devletlerle yeni koşullar içinde tam bağımsız ve eşit bir ülke olarak işbirliği yapmaktan kaçınmamıştır. O, sadece bu yönde bir politika izlemekle yetinmemiş Türk halkının da geçmişte kendisine düşmanlık edenlere karşı kin ve nefret duygularıyla değil bilimde, sporda, sanatta ve uygarlık yarışında alacakları başarılarla karşılık vermesini istiyordu. Aşağıdaki olay Atatürk’ün bu yöndeki düşüncesine güzel bir örnektir.

 

 

İstanbul’un işgali yıllarında bir Türk okulunu gezen Fransız generallerinden M.Bramon, bir kızımızın yaptığı elişini beğenmişti. Generalin bunu almak arzusu göstermesi üzerine, öğretmen elişinin sahibine yaptığını armağan etmesi teklifinde bulunmuş, fakat öğrenci buna son derece sinirlenerek:

- Hayır, bir çöp bile vermem, diyerek bu teklifi şiddetle reddetmişti.

Aradan yıllar geçtikten sonra aynı okula Atatürk gelmiş, aynı öğrenci bu kez, düşman generaline vermediği aynı elişini Atatürk’e armağan etmek üzere uzatmış ve heyecanla şöyle demişti:

- Büyük Atam, bu değersiz hediyenin kabulünü rica ediyorum. Bu işimi bir zamanlar hocam, memleketimin işgali zamanında, Fransız Generali Mösyö Bramon’a armağan olarak vermemi rica etmişti. Halbuki ben, bu arzuyu reddetmekle düşman ellerinde bir çöpümü bile görmek istemediğimi söylemiştim. Şu dakikada içimden gelen bir istek ve sevgiyle armağanımı kabul etmenizi rica ediyorum.

Ata’nın bu sözler üzerine kaşları çatılmış ve sert bir sesle şu cevabı verdiği duyulmuştur:

- Kızım, Türkiye’ye kin yakışmaz!..  Biz herkesle dostuz. Çektiklerimiz, başımızda bulunan saltanat devrinin büyük hatalarının neticesidir. Avrupalıların, Türk kızlarının eserlerini hayranlıkla seyretmeleriyle fikirlerini değiştirebilir miyiz? Sen onu o zaman verseydin, şimdi şanlı Türk kızlarını temsil eden bir eser Avrupa duvarlarını süslerdi.

 

Niyazi Ahmet BANOĞLU, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, s.342-343

 

 

 

 

 

 

GENELGEYLE OLMAZ

 

Siyasal ve toplumsal sistemlerde sağlıklı bir değişim gerçekleştirebilmenin en geçerli yolu değişim yanlısı olanların aktif bir şekilde çalışarak, topluma, yapılması düşünülen değişikliklerin gerekçelerini anlatmaları, onları değişikliklerden haberdar edip, desteklerini sağlamaya çalışmalarıdır. Propaganda ve bilgi alışverişi olmadan sadece birkaç satırlık genelgelerle, emir ve yasaklarla kısa sürede toplumu eski alışkanlıklarından kurtarmak mümkün değildir. Bunun bilincinde olan Atatürk, Anadolu’yu karış karış gezmiş, yaptığı devrimleri gerekçeleriyle halka anlatmıştır. Atatürk, diğer devlet görevlilerinden de bu yönde çaba harcamalarını, halkı aydınlatıp kazanmalarını beklemiştir. Aşağıdaki anekdot da Atatürk’ün bu yöndeki beklentilerine güzel bir örnektir.

 

 

1924 yılının ilkbaharındaydı. Erzurum ve Pasinler’de depremde birçok köylerin evleri yıkılmıştı. Zarar gören halkla görüşmek için Pasinler’e gelen Ata, halkın içinden ihtiyar bir köylüyü çağırdı:

- Depremden çok zarar gördün mü, baba? diye sordu. Ata, ihtiyarın şüphesini görünce, tekrar sordu:

- Hükümet sana kaç lira verse, zararını karşılayabilirsin?

İhtiyar, yöre ağzıyla:

- Valle Padişeh bilir, dedi.

Atatürk gülümsedi. Yumuşak bir sesle:

- Baba, padişah yok; onları siz kaldırmadınız mı? Söyle bakalım, zararın ne?

İhtiyar tekrar etti:

- Padişeh bilir!..

Bu cevap karşısında kaşları çatılan Ata, Kaymakama döndü:

- Siz daha devrimi yaymamışsınız! dedi.

Bu sırada görevini başarmış insanlara özgü bir ağırbaşlılıkla ortaya atılan yazı işleri müdürü:

- Köylere genelge yolladık Paşam, dedi.

Atatürk’ün fırtınalı yüzü, daha çok karıştı:

- Oğlum, dedi, genelgeyle devrim olamaz...

 

Niyazi Ahmet BANOĞLU, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, s.460-461

 

 

 

 

 

 

 

ATATÜRK’ÜN COŞKUN TEZAHÜRLER HAKKINDA BİR YARGISI

 

Atatürk, Türk Milleti tarafından daima sevilmiş, sayılmış ve takdir görmüştür. Bunun en önemli sebebi yüzyıllar boyunca bir sürü gibi görülmüş olan Türk insanına hak ettiği değeri vermesi, milletinin geleceğini oluşturma uğrunda birçok sıkıntılara göğüs germesi ve Türk milletini hak ettiği yere getirmeye çalışmasıdır. O, Türk insanını karanlıklardan aydınlığa çıkarmıştır. Türk milletinin Atatürk’ü sevmesinin anahtarı “Millete efendilik yoktur, hizmet vardır. Bu millete hizmet eden onun efendisi olur” sözünde gizlidir. Aşağıdaki anekdot Atatürk’ün bu anlayışını yansıtması açısından güzel bir örnektir.

 

 

Yaşadıkları sürece yığınlara hakim olmuş, alkışlar ve takdirler toplamış nice tarihi kişiler, hayatlarında veya ölümlerinden sonra zaman çarkının dişlileri arasında kaybolup gittiler. Bunlar “Yalancı Şöhretler’di ve yaptıkları köksüzdü, temelsizdi. Bunun içindir ki, eserlerinin ömrü, kendi ömürlerini aşamadı.

Bunların çoğu, lehlerinde yapılmış bir takım gösterilerin gururuna da kapıldılar. Ve bunları “ebedi yaşama”nın bir delili sandılar. “Zafer sarhoşluğu”nun uykusunda kaybolup gittiler.

Atatürk’e 12 yıl yaverlik yapmış olan Sayın Naşit Mengü’nün çeşitli anılarını dinlerken, bir yandan da bunları düşünüyordum: Atatürk, kendisi hakkındaki büyük sevgi gösterileri karşısında nasıl duygulanıyor, neler düşünüyordu?

Bu soruma Naşit Mengü şu cevabı verdi:

- Yıl 1927... Atatürk, Anadolu’ya geçtikten sonra ilk defa İstanbul’a dönüyor. Bütün kent halkı sokakları ve denizleri kaplamış. Bayramların en büyüğünü yaşıyorlar. Kıyılardan, denizlerdeki sandallardan Atatürk’ün motoruna doğru eller uzanıyor, “Yaşa, Varol” sesleri kubbelerde yankılar yapıyordu.

Atatürk de ayakta, mendil sallayarak bu sevgi gösterilerine karşılık veriyor. Ben, rahmetli Salih Bozok’la Ata’nın bir adım gerisindeyiz. Rahmetli Salih, halkın bu coşkun gösterilerinden çok heyecanlandı. Gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Gazi’ye eğilerek:

- Paşam, dedi, halkın şu coşkun tezahürlerine bakınız. Bu millet ebediyete kadar uğrunuza ateşe atılmakta tereddüt etmez.

Atatürk, şu cevabı verdi:

- Kendilerine faydalı olduğunuz, onlara müspet yolda hizmet ettiğiniz müddetçe milletin sevgisini kazanabilirsiniz. Vaatlerinizi yerine getirmez, milletin refahına hizmet etmezseniz bu gün bizi alkışlayan bu topluluk yarın yuhalar.

 

Sadi BORAK, Bilinmeyen Yönleriyle Atatürk, s.85


 

 

 

 

 
ÖLMEZ BU VATAN

 

Türk tarihinin en karanlık dönemi olan işgal günlerinde, Türk aydınları silahlı direnişin dışında pek çok çözüm yolu düşünürken, Atatürk 4 Şubat 1919’da bir gazeteciye yaptığı açıklamada “iyi bir teşkilatçı Anadolu’ya geçer ve millete silahlı direniş için önder olursa vatan da millet de kurtulur” diyerek tek kurtuluş yolunu açıklamıştır. Bu tarihte bu şekilde düşünen “Tek Adam” odur. Onu bu düşünceye yönelten Türk milletini çok iyi tanımış olmasıdır. O, Türk milletindeki cevheri, Trablusgarp’ta, Balkan Savaşları’nda, Çanakkale’de, Filistin’de vatanı için can veren mehmetçikte görmüştür. Aşağıdaki anekdot Atatürk’ün bu konudaki düşüncesini yansıtması açısından önemlidir.

 

 

Kurtuluş Savaşı’nın en karanlık günlerindeydi; anayurdun en verimli yerleri düşman çizmeleri altında inliyordu. Milletin bütün kuvvet kaynakları kurumuş; dışarıdan ve içeriden ihanetler birbirini kovalamıştı. Herkes:

- Türk öldü”.. diyordu.

Türkiye’nin Afrika ve Asya’daki esir ülkeler arasına katıldığı sanılıyordu. Yüzyıllarca Türk egemenliği altında yaşayan milletler, onun son varlığını yağma ediyorlardı. En akıllı görünen birçok yurttaşımız İngiltere’nin veya Amerika’nın himayesini nimet saymaya başlamışlardı.

Atatürk böyle bir zamanda yer yer ayaklanan Türk halkına önder oldu; Ankara’da Büyük Millet Meclisi’ni kurdu. Bir gün Meclis’te söylediği nutkunu, şair Mithat Cemal’in bir manzumesinin şu son beyti ile bitirdi:

 

 “Ölmez bu vatan farzı muhal ölse de hatta,

   Çekmez kürenin sırtı bu tabutu cesimi...”

 

Türk vatanının düşman elinde kalmayacağı ve Türk milletinin asla esir olmayacağı hakkındaki iman, Atatürk’ün ruhunda sonsuz bir kuvvet ve sönmez bir ateşti. Bu kuvvet ve ateşi, her fırsatta milletin her ferdine aşılamakta eşsiz bir ustalık gösterirdi.

 

N.A. BANOĞLU, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, s.89-90

 

 

 


 

 

 

FİKİR DANIŞMA

 

Atatürk, Türk insanının sağduyusuna ve sağlıklı bakış açısına çok güvenirdi. Yapmayı düşündüğü şeyleri uygulamaya koymadan önce halkın nabzını yoklardı. Halkın benimsemeyeceği ve uygulama olanağı olmayan konularda ısrarcı olmazdı. Onun başarılarının en önemli nedeni halkın duygu ve düşüncelerini bilmesi ve onlara değer vermesidir. O, Türk insanının cahil ve yoksul görüntüsünün altında cevher olduğunu bilmekte ve o cevherden yararlanarak hedefe yürümekteydi. Aşağıdaki anekdot Atatürk’ün bu konudaki bakış açısını yansıtan güzel bir örnektir.

 

 

Atatürk danışmaya büyük önem verirdi. Zihninde tasarlayıp uygulamaya karar verdiği sorunları çok önemli olmayan kimselerle görüştüğü çok görülmüştür. Neşeli zamanında sordular:

- Paşam, şu fikir danıştıklarının içinde de bazen öyleleri vardır ki, şaşıyoruz; bunların düşüncelerini nasıl olsa, sonunda kabul etmeyeceksiniz. Kararınızı da önceden vermiş olduğunuz biliniyor, o halde, ne diye bunları birer birer çağırıp karşınızda söyletirsiniz?

Atatürk, alaycı bir bakışla şu karşılığı verdi:

- Bazen hiç olmadık adamlardan, ben çok şeyler öğrenmişimdir. Hiçbir düşünceyi hor görmemek lazımdır. Neticede kendi fikrimi uygulayacak bile olsam, herkesi ayrı ayrı dinlemekten zevk alırım...

Atatürk, bu alışkanlığını hayatının sonuna kadar değiştirmedi.

 

N.A. BANOĞLU, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, s.7-8

 

 

 

 

 

 

MİLLETİ KURTARINCAYA KADAR

 

Türk milletinin acı ve sıkıntılarını kendi içinde hisseden Atatürk, milletin içinde bulunduğu sıkıntıları aşması için kendisini görevli bilmiş ve millet gerçek anlamıyla kurtuluşa ermeden kendisinin asla rahat olamayacağını bir an bile olsa unutmamıştır. O, yaşamını çok sevdiği milletine adayan onunla sevinmeyi onunla üzülmeyi ve onunla varolmayı ilke edinen gerçek bir vatanseverdir. Aşağıdaki anekdot Atatürk’ün millet sevgisini yansıtan sayısız örnekten sadece birisidir.

 

 

Atatürk, “Mübarek vatan ve milleti parçalanmak tehlikesinden kurtarmak ve düşman emellerine kurban etmemek için açılan Milli Mücadele’de, uğrunda milletle beraber serbest bir surette çalışmaya resmi ve askeri sıfatım artık engel olmaya başladı” diye istifasını vererek: Milletin bağrında mücadele için yer aldığını bildirdikten sonra, Erzurum’da ilk kongreyi toplamakla uğraşırken, İstanbul hükümeti de, durumundan fena halde kuşkulanarak, Sivas, Bitlis, Van ve Erzurum vilayetlerine: (Askerlik mesleğinden istifa eden sabıkalı Paşa Mustafa Kemal Bey, veyahut Efendi nerededir? Ne ile meşguldür, hangi işle uğraşmaktadır? Acele bildirilmesi,” diyen telgraflar çektiği zaman, Erzurum’da vali vekili bulunan Kadı Mehmet Hilmi Efendi de, telaşa düşmüş, ne cevap vereceğini bilemiyerek, bir yandan İstanbul hükümetine:

“... Halihazırdaki vaziyetine göre, kendisi ikametgahında bulunarak kendi işleri ile meşgul oluyor ve dışarıyla nadiren temasta bulunduğu anlaşılmıştır.” diye cevap verirken, aynı zamanda meseleyi Mustafa Kemal Paşa’ya da bildirmişti.

Bu cevabı görünce gülen Mustafa Kemal Paşa:

- Hocam, demişti, cevabın güzel ama, bakalım inandırabilecek misin?.. İstanbul’dakiler de, gerçekte, içleri rahat etmek için böyle bir cevap isterlerse de, beni de bilirler... Benim kendi işlerim, milletin işlerinden ibarettir. Yoksa, yazdığın gibi, evime çekilir, yan gelir, yatardım. Ne çare ki, yatsam da, milletin geleceğini düşünürken, gözüme uyku girmez... Ama, sen tekrar sorarlarsa, yine böyle de... Hatta, sizlere ömür, vefat etti, de!..”

Bu söz üzerine, üzüntüyle:

- Allah esirgesin Paşam, öyle söz olur mu? İnşallah çok yaşarsın!...

Deyince, Mustafa Kemal Paşa’nın cevabı şu olmuştu:

- Daha pek çok değil, yalnız milleti ve vatanı kurtarıncaya kadar... Allah’tan başka bir şey istemem...”

 

N.A. BANOĞLU, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, s.76-71

 

 

 

 

 

 

 

ÜZÜLME ARKANDA BİZ VARIZ!

 

Atatürk, yurt sorunları ne kadar büyük olursa olsun asla yılgınlık göstermemiş, başaramama gibi bir umutsuzluğa düşmemiştir. Bunun en büyük nedeni, O’nun milletine olan güvenidir. Bu millet O’nun güvenine daima layık olmuş O da bu güvenden asla şüphe duymamıştır. O her hareketinde Türk milletini arkasında görmüştür. Aşağıdaki anekdot Atatürk’ün Türk milletine, Türk milletinin de Atasına olan güvenini yansıtması açısından güzel bir örnektir.

 

 

Hatay sorununda Fransızların zorluk çıkardığı günlerdeydi. Atatürk, sofrasına çağırdığı Fransız Fevkalade Komiserine içini döküyordu.

- Hatay işi, benim kişisel davamdır. Beni üzüyorsunuz. Korkarım ki, beni meseleyi başka türlü halletmek zorunda bırakacaksınız.

Atatürk bu sözleri Türkçe olarak yüksek sesle söylüyor ve herkes dinliyordu. Hazır bulunanlardan Kazım Paşa da onun sözlerini Fransızca’ya çeviriyordu. Atatürk’ün “Beni Üzüyorsunuz” sözü salona yansır yansımaz arka sıralarda bulunan bir genç ayağa kalkarak:

- Atatürk! Üzülme arkanda biz varız, diye bağırdı.

Atatürk birden başını sesin geldiği yöne doğru çevirdi. Kaşları kalkmış, ürkünç bir çehre almıştı. Salon birden derin bir sessizliğe gömüldü. Herkes Atatürk’ün gence sinirlendiğini sanıyordu. Oysa tam bu sırada gözlerini gence diken Atatürk, onun bu sözüne karşılık olarak:

- Biliyorum çocuğum, onu bildiğim için böyle konuşuyorum, diye karşılık verdi.

 

Ali Kılıç

 

Hadi BESLEYİCİ, Atamız Atatürk, s.91-92

 


 

 

 
 
DOĞUŞUNDAKİ OLAĞANÜSTÜLÜK

 

Atatürk, Türk milletinin yetiştirdiği seçkin bir insan olmasına rağmen kendisini hiçbir zaman milletinin üstünde görmemiş, milletinin bir ferdi olmakla gurur duymuştur. “Millete efendilik yoktur, hizmet vardır. Bu millete hizmet eden onun efendisi olur,” sözüyle de bunu vurgulamıştır. Aşağıdaki anekdot Onun bu yöndeki düşüncesini yansıtan güzel bir örnektir.

 

 

Atatürk, kendisinin insanüstü bir varlık olduğunu söylemelerini hiç hoş karşılamazdı. Çocukluk arkadaşı Nuri Conker’in sert şakalarını büyük bir neşe ile dinler ve hepimizin önünde tekrarlatırdı.

Bir gün sofradakilerden biri:

- Paşam, demişti, kimbilir çocukluğunuzda ne müstesna bir insandınız. Kimbilir ne eşsiz anılarınız vardır.

Atatürk güldü ve Conker’e döndü:

- Nuri anlatsın, dedi.

Nuri Bey her zamanki şakacı diliyle:

- Bakla tarlasında karga çobanlığı ederdi, yanıtını verdi. Deminki soruyu soran kişi, sözün bu yola dökülmesinden fena halde ürktü. Soruyu ortaya attığına bin kez pişman oldu.

- Aman efendimiz, diyecek oldu, Atatürk hemen sözünü kesti:

- Bana, insanlar üstünde bir doğuş atfetmeye kalkışmayınız. Doğuşumdaki tek olağanüstülük Türk olarak dünyaya gelmemdedir.”

 

Hadi BESLEYİCİ,  “Atatürk’ü Anlamak”, s.117-118

 

 

 

 

 

 

BU SENSİN

 

Türk milletinin en acılı günlerinde önderliğini yapan, yaptığı devrimlerle cehalete ve yoksulluğa savaş açan, bunun sonucu ülkemizin bugünkü konumuna gelmesini sağlayan Atatürk’e karşı, Türkiye’nin aydınlık insanlarının ödeyeceği bir vefa borcu vardır. O borç, O’nun düşüncelerini kendimiz ve tüm insanlık için geleceğe taşımaktır. Çünkü, O’nun düşünceleri akıl, bilim, sevgi, barış, ahlak gibi vazgeçemeyeceğimiz güzellikler sunmaktadır. Türk insanı aşağıdaki anekdotta da işaret edildiği gibi geçmişte O’nu bağrına basarak, her türlü desteği vererek görevini yerine getirmiştir. Bundan sonraki görevin bize düştüğü bu görevin de geleceğe koşmak olduğu unutulmamalıdır.

 

 

İzmir yolunda ilerliyorduk. Köylüler, askerlerimizin girişini seyrediyorlar, onlara kırık testilerle su taşıyorlar, yürekten minnetlerini anlatmak için paralanıyorlardı. Tam yanlarına vardığımız sırada, bir nakliye kolu geçmemize engel oldu. Otomobil durdu. Atatürk istediği bir sigarayı yakmak üzere gözlüklerini kaldırdı. O sırada otomobilin yanına sokulan sakallı bir ihtiyar, koynundan muşamba rengini almış buruşuk bir kağıt çıkardı. Önce kağıdı, sonra dikkatle Atatürk’ü süzdü. Yine kağıda yine Atatürk’e baktı. Bu hareketi üçüncü defa tekrarladıktan sonra, şimdi hatırladıkça tüylerimi ürperten bir sesle:

- Bu sendin! diye haykırdı.

Ve arkasını dönerek, köylülere bir mümin heyecanı ile bağırdı.

- Mustafa Kemal, dedi... Mustafa Kemal!...

Bu feryadı duyanların nasıl birbirine karıştığını düşünemezsiniz.

Biz bütün gayretimize rağmen onların birbirini çiğneyerek otomobile dolmalarına engel olamadık. Çünkü onlar bilinci dışına taşmış bir sevgiden kuvvet alıyorlardı. Atatürk’ün yüzünü, ellerini öpüyorlar, çizmesinin tozlarına yüzlerini sürüyorlardı.

 

Salih BOZOK

 

Niyazi Ahmet BANOĞLU, Atatürk, Anekdotlar, Anılar  s.116

 

 

 

 

 

 

 

 

BAŞÖĞRETMEN

 

Kurtuluş Savaşı ülkemizin düşmanlardan temizlenmesini sağlamış ancak, gerçek kurtuluşu sağlamamış sadece buna giden ortamı hazırlamıştır. Gerçek kurtuluş ülkenin bir daha işgal gibi bir felaketi yaşamasına neden olabilecek etkenlerin tamamen ortadan kaldırılmasıyla mümkündür. Bunun ise hurafelere dayalı yanlış inanış ve anlayışları yıkacak kafaların bağımsızlığını gerçekleştirecek, ülke insanlarını cehalet ve yoksulluktan kurtaracak adımları atmakla sağlanacağını iyi bilen Atatürk, büyük bir kararlılıkla eğitim seferberliğine girişmişti. Kurtuluş Savaşı’nın Başkomutanı artık çağdaşlaşma savaşının Başöğretmeni olmuştu. Aşağıdaki anekdot Atatürk’ün cehalete karşı başlattığı mücadeleyi yansıtması açısından güzel bir örnektir.

 

 

Kurtuluş Savaşı zaferle sona ermiş; vatan ve millet kurtulmuştu. Bazıları sanıyordu ki, Atatürk’ün önderlik rolü artık bitmişti. Halbuki onun kalbinde Türk milletinin yüzyıllardan beri şifa bulmayan yaraları kanıyordu; anavatandan düşmanı kovmakla her şey tamam olmuyordu; o tekrar gelebilirdi. Bunun önüne geçmek için kökleri içimizde olan sebepleri de yok etmek gerekirdi. Atatürk en büyük derdin, halkın cahilliği olduğunu görüyor; onun kafasını aydınlatınca hızla yükseleceğini biliyordu.

O sırada arkadaşlarından biri sordu:

- İşte memleketi kurtardınız. Şimdi ne yapmak istersiniz?

- Milli Eğitim Bakanı olarak milli kültürü yükseltmeye çalışmak en büyük emelimdir.

Milli Eğitim Bakanı olmadı, Cumhurbaşkanı oldu. Fakat bütün devrimler gibi eğitim devrimi de onun eseridir.

Halkın kültür bakımından yükselmesine başlıca engel, Arap harfleriydi. Atatürk, 1927’de kararını verdi; 1928 kış ayları hazırlıkla geçti. Ağustosun dokuzunda Perşembe günü İstanbul’da Sarayburnu’nda bir toplantıda halkla konuştu ve kararını bildirdi; Latin harfleri kabul edildi. Savaşta başkumandanlık eden Atatürk, “Başöğretmen” oldu. Seyahat ettiği yerlerde halkı imtihan etti ve dersler verdi.

 

N.A. BANOĞLU, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, s.92-93

 


 

 

 

 

BU MİLLETVEKİLİ AYRICALIĞINI HİÇ DE BEĞENMEDİM!..

 

Atatürk, hayatı boyunca insanlara makam ve mevkileri nedeniyle ayrıcalıklı davranılmasına karşı çıkmış ve toplumdaki bu ayrıcalıkları ortadan kaldırmak için mücadele etmiştir. Atatürk’ün halkçılık ilkesi kanunlar önünde eşit, sınıfsız ve ayrıcalıksız bir toplum yaratmak amacını gütmektedir. Aşağıdaki anekdot O’nun bu özelliğini çok güzel yansıtmaktadır.

 

 

Atatürk, bir sabah Florya’dan Dolmabahçe Sarayı’na dönüyor. Yeşilköy İstasyonu’nun önünden geçerken birdenbire otomobili durduruyor ve başyavere:

- Sorunuz, tren var mı? diye emir veriyor.

O sırada tren hemen hareket etmek üzeredir. Hep birlikte otomobilden inip emrindekilerle birlikte trene biniyor.

Karar ani verildiği ve uygulandığı için, bu trene biniş hemen hemen kimsenin dikkatini çekmiyor.

Bir süre sonra, her şeyden habersiz olan kondüktör, Ata’nın bulunduğu kompartımana geliyor. Kafileyi görünce çekilmek istiyor. Ata hemen sesleniyor:

- Görevini yap!.. (Emrindekileri göstererek) Bu efendilere niçin bilet sormuyorsun?

Emrindekiler cevap veriyor:

- Paşam biz milletvekiliyiz. Tren bileti almayız. Parasız seyahat ederiz!..

Ata hayretle:

- Bu ayrıcalığı hiç beğenmedim, diyor. Çok ayıp ve acayip bir usul. Çok güzel halkçılık!..

 

Niyazi Ahmet BANOĞLU, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, s.375

 

 

 

 

 

 

 

ATATÜRK “HAYATTA EN HAKİKİ MÜRŞİT İLİMDİR” SÖZÜNÜ

NEREDE SÖYLEDİ?

 

Atatürk dünya sorunlarını, metafizik yöntemlerle değil, bilimsel yöntemlerle çözmeyi düşünür ve isterdi. O, 22 Eylül 1924’te Samsun’da öğretmenlerle yaptığı konuşmada şöyle demişti:

 

“Efendiler,

Dünyada her şey için, medeniyet için, hayat için, başarı için en hakiki rehber ilimdir, fendir. İlim ve fennin dışında rehber aramak gaflettir, (vurdumduymaz) cahilliktir, doğru yoldan sapmaktır. Yalnız, ilmin ve fennin yaşadığımız her dakikadaki safhalarının gelişimini anlamak ve ilerlemelerini zamanında takip etmek şarttır. Bin, iki bin, binlerce yıl önceki ilim ve fen dilinin çizdiği kuralları, şu kadar bin yıl sonra bugün aynen uygulamaya kalkışmak elbette ilim ve fennin içinde bulunmak demek değildir. Çok mesut bir duygu ile anlıyorum ki hitap ettiklerim bu gerçekleri anlamışlardır. Mutluluğum artıyor. Öğretmenlerimiz, eğitim ve öğretiminden sorumlu oldukları yeni nesli, gerçeğin ışıklarıyla donatılmış bir şekilde yetiştireceklerine söz vermişlerdir. Bu hepimiz için onur verici bir durumdur.”

 

Atatürkçülük (Birinci Kitap) s.63


 

 

 

 

 

 

BAĞIŞLAMA VE HOŞGÖRÜ

 

Atatürk, yaşantısının her döneminde hoşgörülü olmuştur. Baskıcı zihniyetin, insanın insan olma değerini yok ettiğine ve gelişme duygusunu körelttiğine inanmıştır. O’nun amaçladığı demokratik toplum modeli insanların baskı altında olmaksızın, fikirlerini söyleyebildiği vatandaş olma bilincine erişmiş insanların oluşturduğu bir toplumdur. Bu toplum modelinde baskıcı rejimlerin istediği tabi, kul, mürit ve mensup gibi insan tipinin yeri yoktur.

Atatürk, tek bir konuda hoşgörü göstermemiştir. O da Türk milletinin geleceğini karanlıklara sürüklemek isteyen eski rejim özlemcileridir. Aşağıdaki anekdot Atatürk’ün bağışlama ve hoşgörü konusundaki düşüncelerini yansıtması açısından önemlidir.

 

 

İmzasını okuyamadığım bir avukat şöyle yazıyor: Atatürk’ten söz ederken “Düşmansız adam” demiştiniz. Kendisinin ağzından duyduklarımı bu münasebetle tekrarlayayım:

1936 yılında, Ankara’da Ankara Palas Oteli’nin alt salonunda Çocuk Esirgeme Kurumu’nun balosundayız. Baloyu onurlandıran Atatürk, herkesin dans etmesini, eğlenmesini istiyor. Birden dans, neşe gürültüsü arasında, Atatürk’ün masasından onun sesi yükseldi. Müzik de birden durmuştu.

Aynen ezberimden söylüyorum, ağzından şu sözler dökülüyordu:

- Uygarlık demek, bağışlama ve hoşgörü demektir. İlkel toplumlardır ki kan davası güderler. Bağışlamaya, hoşgörüye dayanmayan uygarlık, zorbalığa dayanan uygarlıktır ki, çöker... O, uygarlık değildir.

Sesi yavaşladı, yine yükseldi:

- İlkemiz iyi, güzel ve doğrudur... İyi ve güzelsiz, doğru olmaz... Daima, her zaman, her yerde, iyi, güzel ve doğrunun birlikte olmasıdır. Her zaman ve her yerde bağışlama...

- Bağışlama ve hoşgörü... Ancak ve ancak ulusal davalarda, ulusal kalkınmada, sonuçları topluma etkili olan işlerimizde hoşgörünün yeri yoktur. Kişisel kinleri, kişisel düşmanlıkları körükleyen ve güdenler ancak ve ancak ilkel toplumlardır...

 

K. ARIBURNU, Atatürk , Anekdotlar, Anılar   s.53

 

 

 

 

 

 

MİLLET ADAMIYDI

 

Asırlarca ihmal edilmesine, horlanmasına, cehalet ve yoksulluğa mahkum edilmesine karşın Türk insanının vatan sevgisi hiç azalmamış, yurdu ve milleti söz konusu olduğunda, her şeyi bir tarafa bırakarak vatan uğrunda ölmekten şeref duymuştur. Atatürk’ün en önemli güç kaynağı Türk milletinin bu özelliğiydi. O kendisi de vatana bir şeyler vermek arzusuyla yaşama isteği duymuş, ihtiyaç olduğunda canı dahil her şeyini vermekten asla çekinmeyeceğini çoğu kez düşünce ve eylemleriyle göstermiştir. Aşağıdaki anekdot Atatürk’ün vatan sevgisini yansıtması açısından güzel bir örnektir.

 

 

Atatürk Milli Mücadele’nin buhranlı günlerinde, Ankara civarında yaptığı bir gezintiden dönerken, yolda sarıklı bir hocaya rasgelmişti. Konuşurken, üstlerinden geçen uçağı göstererek, sordu:

- Hocam, bu uçak nasıl uçuyor?

- Ne bileyim ben?.. Öğretmediler ki bize?

- Peki, sen ne bilirsin?

- Ne mi bilirim? Bu uçağa bin dersin, binerim, oradan kendini aşağı at, dersin atarım... İşte ben bunu bilirim ama, bunu da senden öğrendim, Paşam!

Mustafa Kemal, bu söz üzerine, yaşaran gözlerini hocadan ayırmadan:

- Var ol hoca!.. Ama, şunu da bil ki, ben de senin gibiyim... Ben de, milletin hiçbir arzusunu, hiçbir istediğini, hayatım pahasına da olsa, yapmamazlık edemem!..  diyebilmişti.

 

N.A.BANOĞLU, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, s.73-74

 

 

 

 

 

 

 

 

MEKKE’YE ŞAPKAYLA GİRECEKSİN

 

Türk milletini dinsel hurafelerden ve bağnazlıktan kurtarıp Türkiye’yi çağdaş bir ülke durumuna getiren Atatürk, yaptığı yeniliklerin İslam dünyasının diğer ülkelerince de benimsenmesi için her fırsattan yararlanmıştır. Özellikle de kılık kıyafetle inanç arasında ilişki kurmanın yanlışlığını İslam ülkeleri halklarına göstermeyi amaçlamıştır. Çünkü giyimdeki bağnazlığın yıkılması düşüncedeki bağnazlığın yıkılışını kolaylaştırabilirdi. İnsanların giydiği kıyafetlerin dinsel olmadığını görmeleri bu konudaki inanç sömürüsünün ortadan kaldırılması açısından oldukça önemli olsa gerek.

Atatürk, hiçbir zaman hoşgörü olsun diye başkalarının çağdışı yaklaşımlarını onaylamamış, daima bu tür ikiyüzlülük gösterisinden kaçınmış, doğruluğuna ve çağdaşlığına inandığı şeyleri ortamına bakmaksızın yapmıştır. O’na göre doğru olan; başkalarının yanlışlarını paylaşmak değil, başkalarını kendi doğrularında buluşturmaktır. Aşağıdaki anekdot Atatürk’ün doğruluğuna inandığı ilkeleri savunmadaki ödünsüz kararlılığını yansıtması açısından önemlidir.

 

 

Atatürk sağ iken, büyük İslam kongrelerinden birine biz de çağrılmıştık. Kongre Mekke’de toplanacaktı. Atatürk’ün bir delege göndermeye razı olup olmayacağını merak ediyorduk.

Hiç tereddütsüz karar verdi. Türklüğünden kibir denecek kadar gurur duyan büyük adam, milleti ile aynı dinden olanları da gerilik ve kölelikten kurtulmuş görmek için elinden geleni yapmak istemiştir. Müslümanlık yeniden şereflendikçe nasıl Türklerin bundan manevi bir hissesi olacaksa, on milyonlarca Müslüman ya geri, ya köle kaldıkça bundan Türklere de bir utanç payı düşmemek ihtimali var mıydı?

Biliyordu ki Mekke’ye şapka ile gidilemez. Fakat daha iyi biliyordu ki başlık ve kıyafet değiştirmekle din değiştirileceğini zanneden bir toplum ne gerilik, ne de kölelikten sıyrılabilir. Milletvekillerinden Edip Servet Tör’ü çağırdı:

- Mekke’ye gidip beni temsil edeceksin, dedi. Türksün ve Müslümansın. Türklük, Müslümanlığın öncüsü ve kılavuzudur. Müslüman milletleri uygarlaşmaktan alıkoyan batıl inançları yıkmak için Mekke’ye şapka ile gireceksin. Kara taassup seni parçalamağa bile kalksa, başını vereceksin, fakat eğilmeyeceksin.

Edip Servet Tör, Mekke’ye şapka ile girdi. Müslüman delegelerin en fazla itibarlısı o idi. Kongrenin sonuna kadar, Mustafa Kemal mucizesine hayranlık duyan heyetler arasında, Kemalist Türkiye’yi efendice temsil etti.

 

B.K. ÇAĞLAR, Atatürk Denizinden Damlalar, s.245

 

 

 

 

 

 

 

 

GEÇMİŞ OLSUN

 

Atatürk her ortamda Türk milletinin onurunu temsil ettiği bilinç ve sorumluluğuyla hareket etmiştir. Türk milletinin onuru söz konusu olduğu durumlarda gerekeni yapmaktan asla kendini alıkoymamıştır. Aşağıdaki anekdottaki söz bu konuda ne ölçüde hassas olduğunu yansıtması açısından son derece önemlidir. Güya sözleriyle jest yaptığını düşünen Yugoslav Kralı’na, Yunanlıların başına gelen felaketi işaret ederek öyle bir bilgelikle ders vermiştir ki Kral söyleyip söyleyeceğine sanırım bin pişman olmuş olsa gerek.

 

 

Yugoslavya Kralı Alexander Atatürk’ü ziyarete gelmişti. Atatürk kralla odalarına çıkarlarken, Kral Alexander:

- Size bir sırrımı söyleyeceğim, dedi.

Biraz sonra misafir odasında koltuklara oturdular. Kral:

- Eğer, bazı Avrupa devletlerinin vaadlerine inanmış olsaydık, Yunanlıların yerine Anadolu’ya biz çıkacaktık...

Atatürk gülerek Kralın elini sıktıktan sonra:

- Geçmiş olsun Kral Hazretleri!

 

N.A. BANOĞLU, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, s.189.

 

 

 

 


 

 

 

YİNE TEPELER, YİNE ÖLDÜRÜRÜM

 

Büyük devrimleri, idealleri uğruna ölümü göze alabilecek liderler yapabilirler. Teokratik-monarşik Osmanlı devlet düzeninden demokratik-laik cumhuriyet rejimine geçişi sağlayan Atatürk, bu eserini her türlü rejim karşıtına, özellikle de gerici çevrelere karşı korumaya kararlıdır. Mücadelesinde yalnız kalsa bile bu düşüncesinden vazgeçmeyecektir. Aşağıdaki anekdot Atatürk’ün bu konudaki kararlılığını göstermektedir.

 

 

20.03.1923: Konya Türk Ocağı’nda verilen çayda:

Atatürk’ün söylevleri sırasında Türk Ocağı üyelerinden operatör Eyüp Sabri’nin:

- Devrimlerimize karşı çıkan ve kendini din yolunu gösterme ile yükümlü sayan bir sınıf var, bu sınıfa karşı ne gibi önlemle alınmıştır?

Sorusu üzerine Mustafa Kemal ayağa kalkarak sözüne tekrar başlamış ve sonunu şöyle bitirmiştir:

- Benim ve benimle aynı görüşte arkadaşlarımın yapacağı şey mutlaka ve mutlaka o adamı tepelemektir.

Sizlere bunun da ötesinde bir söz söyleyeyim. Mesela bunu sağlayacak kanunlar olmasa, bunu sağlayacak meclis olmasa, öyle olumsuz adımlar atanlar karşısında herkes çekilse ve ben kendi başıma yalnız kalsam, yine tepeler ve yine öldürürüm.

 

(Atatürk’ün Söylev ve Demeçlerinden)

 

 

 

 

 

 

VAHDANİYET (TEK TANRI) İNANCI

 

Türk milleti, ahlak anlayışıyla, insan sevgisiyle, yardımseverliğiyle, hoşgörüsüyle ve vatanseverliğiyle dünyanın en seçkin milletidir. Böyle bir milletin evladı olmanın gururunu duyan Atatürk, Türklerin tarihin hiçbir döneminde puta tapmadığını, şeytani inanışların peşinde koşmadığını, sapkınlık ve ahlaksızlık göstermediğini, bundan dolayı da Allah’ın takdirini ve sevgisini hak eden bir millet olduğunu düşünüyordu. Aşağıdaki anekdot Atatürk’ün bu konudaki düşüncelerini yansıtması açısından güzel bir örnektir.

 

 

Ata’nın tarih-dil konularıyla yakından meşgul olduğu devreydi. Zaman zaman Çankaya’daki toplantılarında davetli olarak bulunuyordum ve arzusu üzerine dil kurumunda aktif görev almıştım. Din ve tasavvuf konuları üzerindeki hizmetlerimi biliyordu. Böyle bir araştırma toplantısında birden bana hitap ederek:

- Sizden bir ricam olacak, bir ülkeye ve millete Allah katından bir peygamber neden gönderilir?

Şu cevabı verdim:

- O ülke ve millet veya kavim bilinen ve benimsenen ilahi emirler, ahlak nizamı ve iman şartlarını tamamen inkar ve dünya için olumsuz örnek olursa, onları doğru yola sevk için Allah tarafından görevlendirilir. Bütün semavi kitapların birleştiği gerçek budur.

Nasıl derinden bir nefes aldığı, yüzündeki memnuniyet hatları, başıyla onaylar şeklindeki hareketleri hala gözlerimin önündedir. Dedi ki:

- Evet... Çok haklısınız. İşte bu sebepledir ki yüce Tanrı Türk ülkelerine ve milletine, bir peygamber göndermek gereğini duymamıştır. Çünkü Türk milleti, İslamiyetten çok çok zaman önce vahdaniyet (Tek Tanrı) inancına sahipti ve hiçbir devirde ahlak yapısını bir peygambere muhtaç olacak kadar kaybetmedi. İnsanoğlunun yaptığı putlara da tapmadı.

Biliyorsunuz ki biz Türkler, İslamiyeti Vahdaniyet (Tek Tanrı) inancını getirdiği için kabul ettik ve onun dünyaya yayılmasını biz sağladık. Eğer Türkler Müslüman olmasaydı, İslamiyet, Musevilik gibi bölgesel bir din olarak kalırdı. İslam dünyasına bu gerçeği anlatmak gerekir. Araplar topraklarında üç semavi din peygamberinin gelmesiyle övünürler ve üstünlük iddia ederler. Bizi de böyle bir nasipten mahrum olduğumuz için küçümserler. Aslında bizim ahlak ve insanlık benliğimizi hiçbir devirde bir peygambere muhtaç olacak kadar kaybetmemiş olmamızın ilahi takdir ve tasdikidir. Çünkü hangi peygamberin nerede insanlara doğru yolu göstereceği Tanrı’nın takdiridir.

Bu gerçekleri görebilmiş din adamlarımızın milletimize bunları anlatarak o topraklarda aradıklarının asıl ilham ve güç kaynağının kendi vatanı olduğunu, karşıdakilerin atalarının ayıbını kapatmak için uydurduklarına inanmalarını sağlamaları asıl görevleridir.

 

Velet İzbudak ÇELEBİ

 

 

 

 

ATATÜRK VE ÖZGÜRLÜK

 

            İnsan hak ve özgürlüklerini savunmak insanlık niteliklerini benliğinde taşıyan her kişinin en temel görevidir.  Atatürk bu görevi verdiği demokrasi ve özgürlük mücadelesiyle eksiksiz  yerine getirmiştir. Türk ulusu bu konuda Ata’sına çok şey borçludur. Ülke gerçeklerinden kopuk bazı yarım aydınlar ile tutucu ve yobazların  Atatürk’e yönelik “diktatör” suçlaması ise büyük bir haksızlıktır. Bu suçlamalar hastalık halinin yansımaları olsa gerek. Onlara en güzel cevap Atatürk’ün aşağıdaki sözleridir.

 

 

            Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir.  Ben milletimin ve büyük atalarımın en kıymetli miraslarından olan bağımsızlık aşkı ile yaratılmış bir adamım.

            Özgürlük olmayan bir ülkede ölüm ve yok olma vardır. Her ilerlemenin ve kurtuluşun temeli özgürlüktür.

            Bir millette onurun, saygınlığın, namusun ve insanlığın meydana gelebilmesi ve devam ettirebilmesi, mutlaka o milletin özgürlük ve bağımsızlığına sahip olmasıyla mümkündür.

            Özgürlükten doğan bunalımlar ne kadar büyük olursa olsun, hiç biz zaman fazla baskının sağladığı sahte güvenlikten daha tehlikeli değildir.

            Kişinin birinci hakkı, doğal yeteneklerini serbestçe geliştirebilmesidir. Bu gelişimi sağlamak için ise, en iyi vasıta,  kişiye, bir başkasının benzer hakkına zarar vermeksizin, tehlike ve zarar kendine ait olmak üzere, ona, kendi kendine, istediği gibi sevk ve idare etmeye izin vermektir.

            İşte bu serbest gelişmeyi sağlamak, kişisel hakların oluşturduğu çeşitli özgürlüklerin temel amacıdır. Bu haklara saygı göstermeyen siyasi toplum, asıl görevinde kusur etmiş olur ve devlet, varoluşunun nedenini ve anlamını kaybeder.

            Bunlardan dolayıdır ki Atatürk’e karşı en büyük günahı ona diktatör diyenler işledi.

 

Atatürkçülük I., S.177-181

 

 

 

 

 

ATATÜRK’E  GÖRE  HOŞGÖRÜ’NÜN  SINIRI

 

            Fikirlerin ve inanışların başka başka olmasından  şikayet etmemek gerekir. Çünkü bütün fikirler ve inanışlar bir noktada birleşirse bu hareketsizlik ve ölüm belirtisidir. Böyle bir bir durum elbette istenmez.  Bunun içindir ki, gerçek özgürlükçüler hoşgörünün genel bir nitelik olmasını isterler. İyi niyetle bile olsa hoşgörüye karşı olunmasını istemezler. Çünkü iyi niyetler hiçbir zaman hiçbir felaketi önleyememiştir. Ruhun  selameti için  insanların yakıldığını biliyoruz. Bunu yapan Engizisyon Papazları da  herhalde iyi bir şey yaptıklarından ve iyi niyetlerinden bahsederlerdi.  Belki bu sözlerinde de samimi idiler. Böyle bir ahmaklığa ya da  herhangi bir hainliğe de  hoşgörü kılıfı uydurmak hiç de zor değildir. İşte bu nedenledir ki, hoşgörüyü teslimiyetçilik derecesine kadar götürmek doğru değildir. Gerçi özgür olmak herkesin hakkıdır, ve bunun için gerçek özgürlükçüler, demokrasiye karşı olanlara da hak ve özgürlükler verilmesini isterler. Fakat demokrasiyi savunanların demokrasiye karşı olanların karşısında elleri ayakları bağlı kurbanlık koyun durumuna razı olacaklarını düşünmek asla doğru değildir.

 

            Unutulmamalıdır ki, bazı insanlar geleceği geçmişin arasında görmek isterler. Bunlar bizi geri bıraktığı için terkettiğimiz  anlayışın geri gelmesini isterler. Bu gibi insanlar kendi inandıkları gibi olmayan kimseleri istedikleri gibi ezemezlerse kendilerini rahatsız hissederler. Hoşgörüyü asla kabul etmezler.

           

            Hoşgörünün arzu edildiği gibi yaygınlaşması ve  alışkanlık haline gelmesi için, eğitim ve düşünce düzeyinin yüksek olması  lazımdır.

 

 

Atatürkçülük (Birinci Kitap) S.385

 

 

 

 

 

 

ATATÜRK VE BARIŞ

 

Ruşen Eşref ÜNAYDIN diyor ki;

 

            Barışın büyük savaşçısı ATATÜRK  dövüş istemedi, barış kurdu. Kuzeyle, Güneyle, Doğu ile, Batı ile ...

            Dünya O’nu kendine düşman sanıyordu. O dünyaya barış yolu gösterdi.

            Neydi. Ruşen Eşref’i   böyle düşündüren? Herhalde Atatürk’ün sevgi ve insanlık kokan aşağıdaki düşünceleri olsa gerek ...

 

            Yurtta barış, dünyada barış için çalışıyoruz.

           

Barış yolunda nereden bir çağrı geliyorsa, Türkiye onu, istekle karşıladı ve yardımlarını esirgemedi.

           

            Türk Cumhuriyetinin en esaslı ilkelerinden biri olan yurtta barış, dünyada barış amacı insanlığın ve uygarlığın refah ve ilerlemesinde en esaslı etken olsa gerektir. Buna elimizden geldiği kadar hizmet etmiş ve etmekte bulunmuş olmak bizim için iftihar nedenidir.

 

            Türkiye’nin güvenliğini amaçlayan, hiçbir milletin aleyhinde olmayan bir barış politikası bizim her zaman ilkemizdir.

 

            Barış milletleri refah ve mutluluğa eriştiren en iyi yoldur. Fakat bu kavram, bir defa ele geçirilince devamlı bir özen ve dikkatli her milletin ayrı ayrı hazırlığını gerektirir.

 

            Bizim düşüncemize göre uluslararası siyasi güven ortamının gelişimi  için, ilk ve en önemli şart milletlerin hiç olmazsa barışı koruma fikrinde, samimi olarak birleşmesidir.

 

            Eğer devamlı barış isteniyorsa kitlelerin durumlarını iyileştirecek uluslar arası önlemler alınmalıdır. Tüm insanlığın refahı, açlık ve baskının yerine geçmelidir. Dünya vatandaşları kıskançlık, açgözlülük ve kinden uzaklaşacak şekilde eğitilmelidir.

 

Atatürkçülük (Birinci Kitap) s. 377-381)

 

 

 

 

 

ATATÜRK VE MİLLETLERİN MUTLULUĞU

 

            Türk ulusunu çağdaş dünyanın onurlu bir üyesi yapmaya çalışan Atatürk; uluslararası  dostluk ve işbirliğine büyük önem vermiş ve dünyanın neresinde olursa olsun, hangi ulusu ilgilendirirse ilgilendirsin her sorunun çözümüne katkıda bulunmak hususunda duyarlılık göstermiştir. O’na göre bir ülkenin huzur ve barış içerisinde yaşayabilmesi dünya barışının sağlanmasıyla mümkündür.  Dünya barışına hizmet etmek kendi barışı için de çalışmaktır. Kavganın ortasında, bir insanın huzurlu olabileceğini düşünmek nasılki mümkün değilse, barışın egemen olmadığı bir dünyada da bir ülkenin huzurlu olması mümkün değildir. Barışa katkının önemini vurgulaması açısından Atatürk’ün aşağıdaki sözleri son derece önemlidir.

 

 

            Atatürk, dünya milletlerini bir bütün olarak görürdü. 17 Mart 1937’de Ankara Palas’ta Romanya Dışişleri Bakanı Antonescu ile görüşürken bunu şöyle belirtmiştir:

 

            “Şimdiye kadar noktalar ayrı ayrı milletlere aittir. Fakat bugün bütün dünya milletleri aşağı yukarı akraba olmuşlardır ve olmakla meşgullerdir. Bu itibarla insan, mensup olduğu milletin varlığını ve saadetini düşündüğü kadar, bütün dünya milletlerinin huzur ve refahını düşünmeli ve kendi milletinin saadetine ne kadar değer veriyorsa bütün dünya milletlerinin saadeti için de elinden geldiği kadar çalışmalıdır. Bütün akıllı adamlar takdir ederler ki, bu alanda çalışmakla hiçbir şey  kaybedilmez. Çünkü dünya milletlerinin saadetine çalışmak, diğer bir yoldan kendi huzur ve saadetini temine çalışmak demektir. Dünyada ve dünya milletleri arasında barış olmazsa, bir millet kendisi için ne yaparsa yapsın huzurdan yoksundur. Onun için ben sevdiklerime şunu öneririm.

 

            Milletleri yöneten kişiler, doğal olarak öncelikle kendi milletinin varlığını ve mutluluğunu sağlamaya çalışırlar.  Fakat aynı zamanda bütün milletler için aynı şeyi istemek lazımdır.

 

            Bütün dünya olayları bunun örnekleriyle doludur: En uzakta zannettiğimiz bir olayın bizi bir gün etkilemeyeceğini bilemeyiz.

 

            Bütün insanlar, bir sosyal vücudun  organlarıdır ve bu nedenle birbirine bağlıdır. Mümkündür ki , vücudun  parmağının ucundaki acıdan diğer organlar etkilenmesin.

 

Em. Tümg. M. ERENGİL, İlginç Olaylar ve Anekdotlarla Atatürk, S.84


 

 

 

 

 

MUSTAFA KEMAL PAŞA İLE SÖYLEŞİ

 

            Tarihteki büyük liderlerin en belirgin özelliklerinden biri de ileri görüşlü olmalarıdır. Bu özellik Atatürk’ün de temel niteliklerinden biridir. I. Dünya savaşının kaybedildiği ve Anadolu’nun  çaresizlik içinde parçalanmayı beklediği günlerde O, işgalci güçlerin geçmişteki çıkar çatışmalarının ve gelecekteki beklentilerini çok iyi analiz etmiştir. Bu sömürgeci güçlere karşı oluşturulacak bir direnişin başarıya ulaşacağını önceden görmüştür.

            Günümüzde,Atatürk’ün Samsun’a çıkışıyla ilgili bir yığın yalan yanlış söylemler bulunmaktadır.Bunlardan en saçma olanı Atatürk’ün aslında Anadolu’ya geçmek niyetinde olmadığı,ancak Vahdettin tarafından düşmanı yurttan kovmak amacıyla gönderildiği şeklindeki akıl ve tarihsel gerçeklerle bağdaşmayan saçma sapan iddiadır.O dönemde vahdettin Rauf ORBAY ile yaptığı bir görüşmede Anadolu insanını bir koyun sürüsüne  kendisini ise bu sürünün çobanına benzetmiştir.Bu yaklaşımdan da anlaşılacağı gibi, Vahdettin Türk insanının içindeki cevheri göremeyen bir zavallıdır. Böyle bir zavallının milletin ve devletin geleceği için bu tip planlar yapması mümkün değildir.Bu dönemde Vahdettin, sadece kendi çağdışı yönetiminin devamını sağlamak için İngilizlerle işbirliği yapma peşindedir.Nitekim, Milli Mücadele sırasında başta Anzavur ve Kuvayı İnzibatiye olmak üzere çıkarılan isyanlar, Vahdettinin bu küçük hesaplarının bir ürünüdür.Bütün bu çabalara rağmen Milli Mücadelenin başarıya ulaşmasından sonra bu zavallı İngiliz kuklası, gerçek sahiplerinin bir gemisi olan MALAYA Zırhlısı ile 17 Kasım 1922 tarihinde yurdumuzu terk etmiştir.

Aşağıdaki anıyı Sadi BORAK’a anlatan Refii Cevat (ULUNAY), Milli Mücadele boyunca Anadolu Hareketi’ne muhalif olan ALEMDAR gazetesinde gazetecilik yapmış ve Milli Mücadele boyunca bu hareketi baltalayıcı, kışkırtıcı yayınlar yapmıştır.Bu nedenle 150’likler listesi ile yurt dışına sürgün edilmiş ve daha sonra ilan edilen genel aftan yararlanarak yurda dönebilmiştir.Atatürk’ün düşmanı olan bu gazeteci bile tarihsel olayları saptırmamış ve olduğu gibi naklederek Atatürk’ün büyüklüğünü kabul etmiştir.Aşağıdaki anıda Vahdettin ile aynı dönemde Atatürk’ün Anadolu insanı hakkındaki görüşleri ve Samsun’a çıkmadan çok önce Anadolu’nun kurtuluşu için yapmış olduğu plan açıkça görülmektedir.

Atatürk hakkında ortaya atılan saçma sapan  iddilara verilecek en güzel cevap Refii Cevat (ULUNAY)’ın  aşağıda yer alan anısıdır.

 

 

            4 Şubat 1919 tarihinde Alemdar gazetesinin yazarlarından Refii Cevat (ULUNAY) M. Kemal Paşa ile Şişli’deki evinde bir görüşme yapar. Refii Cevat bu görüşmeyi şöyle aktarır. :

“Sorularımı bitirip veda etmek üzere ayağa kalktığımda dedi ki:

            - Biraz daha oturunuz lütfen.

            Oturdum.  Şöyle bir konuşma geçti aramızda

            - Soracağınız sorular bitti mi?

            - Bitti Paşam.

            - Bu vatan içine düştüğü bu felaketten nasıl kurtarılır, istiklaline nasıl kavuşturulur? Diye bir soru sormanızı beklerdim.

            - Af buyurunuz Paşa hazretleri, bugün içinde bulunduğumuz bu şartlardan bu vatanın kurtulmasını en uzak ihtimalle dahi mümkün görmediğim için böyle bir soru sormadım.

            - Siz gene de böyle bir soru sormuş olunuz, ben de cevabımı vereyim, fakat yazmamak şartıyla.

            - Zatıalinizi dinliyorum Paşa hazretleri.

            - Bakınız Cevat Beyefendi, sizin imkansız gördüğünüz kurtuluş yolları vardır. Bu gün herhangi bir teşkilatçı Anadolu’ya geçer de milleti silahlı bir direnişe hazırlarsa bu yurt kurtarılabilir.

            “Heyecanlanmıştım. I. Dünya Savaşı süresince gücümüzü öylesine tüketmiştik ki elimizde hiçbir şey kalmamıştı. Harplerden sağ kalanların ise ayakta duracak halleri yoktu.

            - Nasıl olur Paşam!  Diye yerimden fırladım. Paşa sakindi :

            - Aklınızdan geçenleri  tahmin ediyorum, dedi; doğrudur. Görünüş tamamen aleyhimizde. Ama düşmanlarımız olan bu büyük devletlerin bir de içyüzleri var.

            -Nasıl Paşam.

            -Anlatayım. Siz sanıyor musunuz ki, savaşı kazanmakla müttefikler aralarındaki bütün sorunları çözmüşlerdir. Aralarındaki asıl rekabet şimdi başlayacaktır. Asırlarca birbirleriyle boğuşan Fransızlarla İngilizleri ortak düşman  tehlikesi birleştirdi. Şimdi o eski rekabet bıraktıkları yerden tekrar başlayacaktır.  İtalya’nın da başı dertte. onlar da her an  bir iç karışıklık yaşayabilirler. Sonuçta, Anadolu’da başlayacak bir milli direnişle hiçbiri mücadele edecek durumda değildir. Böyle bir mücadelenin tam sırasıdır.

            - Paşam, milli direniş, Güzel. Ama neyle? Hangi askerle, hangi silahla, hangi parayla? Maalesef Paşam, kupkuru bir çölden farksız oldu bu güzel vatanımız.

            -Öyle görünür Refii Cevat Bey, öyle görünür. Ama çölden bir hayat çıkarmak lazımdır. Çöl sanılan bu alemde saklı ve kuvvetli hayat vardır. O, Türk milletidir. Eksik olan şey teşkilattır. Bu teşkilat organize edilebilirse vatan da millet de kurtulur.

            Mustafa Kemal’e veda ettim; matbaaya geldim. Ne kafam almıştı ne mantığım. Daha doğrusu anlattıkları bana deli saçması gibi gelmişti. Matbaada arkadaşlar anlat diyorlardı; neler söyledi? Anlattım:

            Şu sıralar Anadolu’ya geçilir, orada teşkilat kurulur, vatan bağımsızlığına kavuşur, millet de özgürlüğüne kavuşurmuş, anladınız mı arkadaşlar:

Bu deli değil, zır deliymiş.

            O günlerde, o şartlar içinde İstiklal Mücadelesine atılıp Türkiye’yi kurtarmaktan söz edenlere karşı herkes benim gibi düşünürdü. O günlerde böyle düşünen TEK ADAM oydu; TEK ADAM.

 

Sadi BORAK “ATATÜRK’ün İstanbul’daki Hayatı

 

 

 

 

 

 

ATATÜRK REFORMLARI 1919 YILINDA TASARLAMIŞTI

 

            Atatürk; Milli Mücadele Hareketine başlamak üzere, daha kongrelerin düzenlendiği sıralarda ileride yapacağı devrimleri de kafasında tasarlamıştı. O, bu devrimleri önceleri gizli tutmuştu. Mazhar Müfit (Kansu) bunu şöyle nakleder:

 

            “O, hatıra defterime ve günü gününe her olayı not edişime hem memnun olur, hem de bazen şaka yapmaktan kendisini alıkoymazdı.

 

            - Hafızalarımız zayıfladığı zaman Mazhar Müfit’in defteri çok işimize yarayacak derdi. Defteri getirdiğimi görünce, sigarasını birkaç nefes üst üste çektikten sonra :

            - Amma bu defterin bu yaprağını kimseye göstermeyeceksin. Sonuna kadar gizli kalacak. Bir ben , bir Süreyya, Bir de sen bileceksin, dedi,. Şartım bu ...

            Süreyya da,  ben de   :

            - Buna emin olabilirsiniz Paşam ... dedik.

            Paşa bundan sonra :

            - Öyle ise önce tarih koy !... dedi.

            Koydum : 7-8 Temmuz 1919. Sabaha karşı. Tarihi sayfanın üzerine  yazdığımı görünce :

            - Pekala... yaz diyerek devam etti :

            - Zaferden sonra hükümet şekli Cumhuriyet olacaktır. Bunu size daha öncede bir sorunuz nedeniyle söylemiştim. Bu bir.

            İki : Padişah hanedan hakkında zamanı gelince gereken yapılacaktır.

            Üç : Tesettür (örtünme) kalkacaktır.

            Dört : Fes kalkacak, medeni milletler gibi şapka giyilecektir.

            Bu anda gayri ihtiyari kalem elimden düştü. Yüzüne baktım. O da benim yüzüme baktı. Bu, gözlerin bir takılışta birbirine çok şey anlatan konuşuşuydu.

            Paşa ile zaman zaman senli benli konuşmaktan çekinmezdim.

            - Neden durakladın? Deyince :

            - Darılma ama Paşam, sizin de hayalperest taraflarınız var dedim, gülerek :

            - Bunu zaman gösterir. Sen yaz dedi. Yazmaya devam ettim.

            - Beş : Latin harfleri kabul edilecek.

            - Paşam yeter... yeter... dedim ve biraz da hayal ile uğraşmaktan bıkmış bir insan edası ile :

            - Cumhuriyetin ilanını başaralım da gerisi yeter diyerek, defterimi kapadım ve koltuğumun altına sıkıştırdım.  İnanmayan bir adam tavrı ile :

            - Paşam sabah oldu. Siz oturmaya devam edeceksiniz, hoşçakalın  diyerek yanından ayrıldım. Gerçekten de gün ağarmıştı. Süreyya da benimle beraber odadan çıktı.  Fakat burada ve bu anda olayların beni nasıl yanıltıp ve M. Kemal’i  doğruladığını daha doğrusu  Mustafa Kemal’in beni nasıl bir cümle ile mahcup ettiğini itiraf etmeliyim.

 

            Çankaya’da akşam yemeklerinde birkaç defa  :

            - Bu Mazhar  Müfit yok mu kendisine Erzurum’da tesettür kalkacak, şapka giyilecek, Latin harfleri kabul edilecek dediğim ve bunları not etmesini söylediğim zaman defterini koltuğunun altına almış ve bana hayalperest olduğunu söylemişti” dedi.

 

Em. Tümg.  M. ERENGİL “İlginç Olaylar ve Anekdotlarla Atatürk, S.29-30”

 

 

 

ANA SAYFA