ATATÜRK VE TÜRK DİLİ
Cumhuriyet
ilan edilmeden önce Anadolu Türkçesinin geçirdiği evreler iki ayrı çizgide
gelişmiştir. Bir yanda Türk halkı, resmi ve dini gelişmelerin etkileri dışında
sözlü kültürünü ve öz dilini korumuş,
geliştirmiştir. Diğer taraftan da
Arapça ve Farsça’nın etkisi altındaki Türkçe yazı dili giderek Türk
düşüncesinden ve anlatımından uzaklaşmıştır. Bunun sebebi ise aydın kesimin Arapça ve Farsça kelimelere
önem vermesidir.
Tanzimat ve
Meşrutiyet dönemlerinde (1839-1918 ) Türkçenin yabancı dillerin etkisinden
kurtarılması yönünde çalışmalar yapılmış fakat başarı sağlanamamıştır. Çünkü ,
dilde köklü yenileşmelere gidilmesi engellenmekteydi. Ayrıca yönetim kadrolarında bulunanlar dilde yeniliğe sıcak
bakmıyorlardı. Arapça ilim dili, Farsça sanat
ve edebiyat dili olmuştu. Bununla birlikte Milli Edebiyat döneminde,
Ziya Gökalp, Ömer Seyfettin başta olmak üzere dilde sadeleşmeyi dile getirmeye
çalışmışlardır. Halkın sanatçısı olan Mehmet Emin Yurdakul, ilk olarak Türkçe şiirlerle ve halkın
anlayabileceği temalarla sesini
duyurmayı başarmıştır. Devlet adamları da okuma ve yazmayı kolaylaştırmak
amacıyla yeni bir alfabeye geçmek istemişler ve dili sadeleştirmeye
çalışmışlardır. Ancak bu girişimler de sonuçsuz kalmıştır.
Milli edebiyat döneminde yayın hayatına giren Türk
Yurdu, Halka Doğru, Türk Sözü dergilerinde
de Türkçenin sadeleştirilmesi konusu işlendi. Gerek bu dergilerde gerekse
dönemin öteki yayınlarında, ozanlar ve yazarlar , Türkçenin güzelliğini
sergileyen, terim , sözcük, deyim zenginliklerini ve kurallarını işleyen
yazılara, şiirlere ağırlık verdiler.
Atatürk halka giden yolları izlerken karşısına ilk
çıkan engellerden birinin dil ve ona bağlı olarak alfabe olduğunu tespit
etmiştir. Herkesin benimsediği görüş,
Latin alfabesinin daha kolay okunup
yazılmasıdır.
Cumhuriyet devrine
geldiğimiz zaman dilimizin içinde bulunduğu durum bu şekildeydi. Yukarıda Türk
dilinin tarihi devirleri gözden geçirilirken dildeki sadeleşme hareketlerinin
planlı olmadığı görülmektedir .Bir anlamda Yeni Lisan hareketiyle, Türkçe
millileşme bakımından yol almış sayılabilirdi. Ömer Seyfettin ve Ziya Gökalp
yabancı kelimelerin atılması gerektiğini ek ve edatlarla kurulmuş isim ve sıfat
tamlamaları, çokluk şekilleri, birleşik sıfatlar ve zarfların sayısının kabarık
olduğunu ve düzeltilmesi görüşünü savunmuşlardır. Genel dil dışında bilim dili,
kanun dili ve terimler bakımından yapılacak çok şey vardı. Dilimize Tanzimat’tan
beri girmeye başlamış olan Batı kaynaklı kelimelerin durumu da tedirginlik
veriyordu. O güne kadar dili bir dilbilimi
yöntemi ile inceleyen eserlerden söz etmek de mümkün değildi. Oysa dil
inkılabı öteki inkılaplara paralel olarak, özü itibariyle çağdaş değerler
içinde kendi benliğine dönüş şeklinde bir kültür davası olarak ele alınması
gerekliydi.
Atatürk, Türk milletinin kurtulmasında en önemli
faktörlerden birisinin de dil olduğunu savunmuş ve bu alandaki çalışmalara hız
vermiştir. Gerçekten de Atatürk Türk dilini yönlendirmek üzere verdiği
direktiflerden sosyoloji ve dil gerçeğinden hareket ederek dille millet ve
dille kültür arasındaki bağı ön planda tutmuştur. Çünkü O, yabancı dillerin ağır baskısı altına girmiş olan
dilimizin ne duruma düştüğünü tarihi bir gerçek olarak biliyor ve görüyordu.
Oysa dille toplum ve o toplumun belirli ölçüler ile şekillenmesi demek olan
millet arasında çok sıkı bağ vardır.
Bir milletin millet niteliğini kazanabilmesi için her şeyden önce bir dili olması
gerekir. Dil, bir milletin duygu ve düşünce tarzı, tarihi ve toplumsal akışı
ile birlikte yol aldığından o milletin ayrılmaz bir parçası durumundaydı. Milli
birlik ve beraberlik ancak dilde sağlanabilirdi. Milletin bütünlüğü ancak dille
güvence altına alınabilirdi. Bu gerçekleri Atatürk şu vecizelerle dile
getirmiştir : “ Milli his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin milli
ve zengin olması milli hissin inkişafında başlıca müessirdir. Türk dili
dillerin en zenginlerindendir. Yeter ki , bu dil şuurla işlensin.” [i][i]
Ülkesini yüksek istiklalini korumasını bilen Türk
milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.
Cumhuriyetin ve inkılapların temelinde yatan bu
ilkeler, Atatürk’ün teorik olarak ortaya koyduğu dogmatik fikir kalıpları
değildir. Bütün icraatında akılcılığı ön planda tutmuş ve “ ... dünyada her şey
için, hayat için, muvaffakiyet için en hakiki mürşit ilimdir, fendir. İlim ve
fennin haricinde mürşit aramak gaflettir, cehalettir, dalalettir”[ii][ii] sözleri ile bilime büyük değer verdiği
anlaşılmaktadır. Atatürk inkılapları gerçekleştirirken daima ileriyi düşünmüş, basmakalıp teorileri
benimsememiştir.
Atatürk’ün düşünce
sisteminde kültürün çok önemli
bir yeri vardır. Atatürk’ün : ”Ben milletin vicdanında ve geleceğinde
hissettiğim büyük gelişme kabiliyetini bir milli sır gibi vicdanın da
taşıyarak, peyderpey bütün bir topluma uygulatmak mecburiyetinde idim”[iii][iii]
sözleri, bu durumu dile getirir. İnkılapları ele alıp incelediğimizde,
bu inkılapların sebepleri, Osmanlı İmparatorluğunun siyasi ve sosyal yapısının
yetersizliğinden, Türk’ün kendi gelenek ve göreneklerinden uzaklaşmasından
kaynaklanıyordu. Türk unsuru, kendi benliğine kavuşamıyor, İmparatorluğun
birlik ve bütünlüğü uğruna düşürülmüş bulunuyordu. İnkılapları bu yüzden kendi
benliğimizi bulma mücadelesi olarak nitelendirilebilir. Günümüzde Türkiye
Cumhuriyeti’ni, niteliği bakımından ele aldığımızda Osmanlı Devleti’nin devamı
olmadığını görüyoruz. Bu iki devletin siyasi ve sosyal yapısını oluşturan değer
yargıları arasında benzerlik kalmamıştır. Cumhuriyet bir çağdaşlaşma rejimidir.
Dil inkılabı milli devlet politikasına bağlı bir dil
anlayışına dayanır. Dil için yenileştirici çalışmalar yapılması gerekir. Eğer
bu çalışmalar yapılırsa dil kendini bulabilir ve kendi kendini geliştirerek
çağdaş ihtiyaçlara cevap verir. Türk dili, İslamiyet öncesi dönemlerde çeşitli
din ve kültürlerle iç içe girdiği halde kendi benliğini korumayı başarmıştır.
İslamiyetin kabulünden sonra değişmeye uğramıştır. Türk devletleri, Arap,Fars
dillerini yoğun etkisi altına girmişlerdir. Bu da devletin bilim dili, dış
yazışmalar dili olarak Arapçanın, çok işlenmiş edebiyat ve divan dili olarak da
Farsça’nın resmi dil olmasına yol açmıştır. 13. yüzyılda Anadolu’da Türkçe ,
halka seslenmiş eserlerin dili durumuna gelmiştir.
Bu esaslar
dahilinde Türkçe’nin yazı dili haline geçişi kolaylaşmış;tercüme sayesinde
yüzlerce eser ortaya koyulmuştur. 13-15.yüzyıllar arasında Türkçe Eski Anadolu
Türkçesi diye adlandırılmaktaydı. Bu dönemde dil, Arapça ve Farsça kelimelerin
etkisine rağmen, cümle yapısı ve kelime hazinesi bakımından Türkçe eserler
taşımaktaydı. Bu dönemi temsil eden bir çok manzum ve mensur eserler
bulunmaktadır. Yunus Emre’nin şiirleri, Süleyman Çelebinin Mevlid’i ve Dede
Korkut hikayelerini örnek verebiliriz. Fakat, bu dönem uzun sürmemiştir.
Osmanlı Devleti’nin sınırlarını genişletmesi ile Arap ve Fars kültürü yeniden
gelişmeye ve itibar kazanmaya başlamıştır. Bunun sonucunda da medreselerde
Arapça ve Farsça eserler sunulmuştur. Türk saraylarında yabancı şairlere önem
veriliyordu. Osmanlıda İslami görüşe sahip olduğundan dolayı, milli bilinç
gittikçe zayıflamıştır. Bu durum Farsçanın işlenmişliği ve edebiyatın
elverişliliği karşısında, bazı şair ve ediplerce Türkçenin yetersiz sayılmasına
yol açmıştır. Süheyl ü Nevbahar’ın çevirmeni Hoca Mes’ud, Hurşidname sahibi
Mustafa sahibi şeyh oğlu Selatinname yazarı
Sarıca Kemal gibi edebi şahsiyetler, manzum eserler ortaya koydukları
halde, eserlerini Türkçe yazdıkları için utanç duyma derecesinde özür dilemeleri veya Türkçe’nin
yetersizliğinden söz etmeleri, dil tarihimize geçmiş acı gerçeklerdendir. İşte
bu tutum, 14ncü yüzyılda başlayarak ve
20 nci yüzyıl sonlarına kadar süren,
Osmanlı yazı ve edebiyat diline Arapça
ve Farsça sözcüklerin ve dil kurallarının dilimize girmesine yol açmıştır. Böylece, her biri ayrı bir dil ailesinden
gelen Osmanlıca diye adlandırılan üçlü
melez bir yazı dili ortaya çıkmıştır.[iv][iv] Gerçi, Osmanlıca o yüzyılın kültür
şartları içinde gelişmiş, güçlü bir
medeniyet dili haline gelmiştir.
İslamiyetin kabulüyle birlikte
kültürümüz de İslam kültürünün etkisinde kalmıştır. Bu kültürün etkisiyle
dilimize o kültürlerden yabancı kelimeler ve tamlamalar girmiştir. Bu durum
Türkçeyi tehdit etmeye başlamıştır. Öz Türkçe kelimeler yerine Arapça ve Farsça
kelimeler kullanılmaya başlamıştır. Türkçe kelimeler sanat amacı taşımadığı
için kullanılmamıştır.
Tanzimat ve Servet-i Fünun döneminde ise dilde sadeleşme ihtiyacı duyulmaya
başlamıştır.
1839’da Tanzimat Fermanın ilan edilmesi İle
birlikte toplum yeni ihtiyaçlara gereksinim duymuş böylece
bir yenileşme başlamış, dilde yenilikler yapılması öngörülmüştür. Tanzimat
fermanın ilan edilmesiyle toplumda az da olsa değişiklikler meydana gelmiştir.
İnsanların düşüncelerinde ve fikirlerinde, eğitimlerinde ufak tefek değişmeler
olmuştur. İnsanlara çeşitli haklar verilmeye başlanmıştır. Bu dönemde bazı
aydınlarımız Türkçenin sadeleşmesi için çaba göstermişlerdir.
1860-1896 yıllarında Tanzimat devrindeki fikirler ve
görüşlerden sonraki edebi tarihleri
sunan Servet-i Fünun (1896-1901)ve Fecr-i Ati (1901-1908) dönemlerinde de
kalıtsal düşünceler ortaya atılmasına rağmen dil konusundaki görüşlerde
ayrılıklar yaşanmıştır. Kimileri Osmanlıca’yı savunurken, bunların karşısında
ise yabancı kelimeleri arıtma amacı güdenler yer almıştır. Bütün bu gelişmeler
sonucunda, amaca ulaşılamamıştır. Bir takım Osmanlı düşünürleri, Osmanlı yazı
dilinde yaptıkları gelişmelere rağmen, eski düşüncelere bağlı kalmaktan
vazgeçememişlerdir. Tanzimat’la birlikte batıya yöneliş başlamış yeni düşünce
ve değerler alınmış, fakat bu düşünce ve değerleri Osmanlıca yeteri kadar karşılayamadığı için, Osmanlı aydınları
Fransızca’ya yönelmiştir. Bu şekilde çağın en önemli özelliği olan kültür
ikileşmesi kendini dilde göstererek kanıtlamayı başarmıştır.
II.Meşrutiyet
döneminde, siyasal alanlarda da çökmeler görülmüştür. Buna rağmen yine de bu
dönem düşünürleri milliyetçiliği savunmuştur. Yine bir takım şairler kendi
sanat ve üsluplarını sergilerken, diğer yandan da Türk dernekleri,
çıkardıkları dergiler etrafında
toplanarak, dili özleştirme çabalarını göstermişlerdir. İsabetli bir teşhisle,
dildeki hastalığın, dilin her tarafını sarmakta olan yabancı kelimelerden
kaynaklandığı bu dergilerde ileri sürülmüştür. Dayandıkları temel ilkeler
genellikle dilimizde kullanılan Arapça ve Farsçaya ait kuralların dilden
atılması, yeni tamlamaların Türkçenin kurallarına uygun olarak kurulması
biçiminde özetlenebilir.
Yukarıda Türk
dilinin tarihini gözden geçirirken gördüğümüz gibi, dildeki sadeleşme
hareketlerinin planlı ve programlı olmadığı görülmüştür. Bir anlamda Yeni Lisan
hareketiyle, Türkçe millileşme bakımından yol almış sayılabilirdi. Ömer
Seyfettin ve Ziya Gökalp yabancı kelimelerin atılması gerektiğini ek ve
edatlarla kurulmuş isim ve sıfat tamlamaları, çokluk şekilleri, birleşik
sıfatlar ve zarfların sayısının kabarık olduğunu ve düzeltilmesi görüşünü
savunmuşlardır. Genel dil dışında bilim dili, kanun dili ve terimler bakımından
yapılacak çok şey vardı. Dilimize Tanzimat’tan beri girmeye başlamış olan Batı
kaynaklı kelimelerin durumu da tedirginlik veriyordu. O güne kadar dili bir
dilbilimi yöntemi ile inceleyen
eserlerden söz etmek de mümkün değildi. Oysa dil inkılabı öteki inkılaplara
paralel olarak, özü itibariyle çağdaş değerler içinde kendi benliğine dönüş şeklinde
bir kültür davası olarak ele alınması gerekliydi.
Atatürk Türk dilinin
zenginliği ve işlenmesi gerektiği konusundaki görüşlerini şu şekilde
belirtmiştir : “ Türk dili zengin, geniş bir dildir ; her mefhumu (kavramı )
ifadeye kabiliyeti vardır. Yalnız onun bütün varlıklarını aramak, bulmak,
toplamak, onlar üzerinde işlemek lazımdır. Türk milleti ve Türk dilini medeniyet tarihinin ve kültür dillerinin
dışında görmenin ne yaman bir yanlış olduğunu bütün dünyaya göstereceğiz.” [v][v]
Başka bir konuşmasında ise : “ Öyle istiyorum
ki, Türk dili bütün yöntemleriyle kurallarını ortaya koysun ve her dalda yazı
yazanlar bütün terimleriyle çoğunluğun anlayabileceği güzel, ahenkli dilimizi
kullansınlar.” [vi][vi]
Atatürk’ü üstün
başarıya götüren özelliklerinden biri
de inkılapların belirli bir sıra ile ve gerektiğinde kendi içinde birtakım
aşamalara ayrılmasıdır. Atatürk, bu zamanlamayı çok iyi gerçekleştirmiştir.
Bununla ilgili görüşlerini Nutkunda
şöyle söylüyor : “ Uygulamayı birtakım aşamalara ayırmak, olaylardan ve
olayların akışından yararlanarak milletin duygu ve düşüncelerini hazırlamak ve
basamak basamak ilerleyerek hedefe ulaşmaya çalışmak gerekiyordu. Nitekim öyle
olmuştur .” [vii][vii]
1924 yılında Tevhid-i Tedrisat ( Öğretim Birliği ) Yasası
kabul edildikten sonra, Türkiye Büyük Millet Meclisinde ele alınan önemli bir
konu dil ve alfabe sorunuydu. Oturumlarda sık sık bunlar tartışıldı.
Kalkınabilmek için öncelikle bir Harf Devriminin yapılmasının gerekliliği,
çoğunluğun ortak görüşüydü. 1927 yılında, Latin Alfabesinin Türkçe’ye
uyarlanması üzerinde çalışmalar yapılmaktaydı. Son olarak, 26 Haziran 1928’de
bir Dil Encümeni kuruldu. O zamana kadar,gelişmeleri uzaktan izleyen
Atatürk,Harf Devriminin on yılda değil, üç ayda gerçekleştirilmesi gerektiğini,
aksi durumda bu konunun bir çıkmaza girebileceğini belirtiyordu. Bu konuyla
ilgili Türk halkına düşüncelerini şu
şekilde belirtmiştir :
“ – Bizim ahenkli
ve zengin dilimiz, yeni Türk harfleri ile kendini gösterecektir. Yüzyıllardan
beri kafalarımızı demir çerçeve
içinde bulunduran, anlaşılmayan
ve anlamadığımız işaretlerden kurtulmak için buna mecburuz... Çok işler yapılmıştır. Ama bu gün yapmaya
mecbur olduğumuz son değil, fakat çok
gerekli bir iş daha vardır. Yeni Türk
harflerini çabuk öğrenmeliyiz. Her vatandaşa, kadına, erkeğe, hamala,
sandalcıya öğretiniz. Bunu vatanseverlik, ulusseverlik görevi biliniz... Milletimiz, yazısıyla, kafasıyla
bütün uygar dünyanın yanında olduğunu gösterecektir.” [viii][viii]
Latin Alfabesinin
kabulunün Cumhuriyet döneminde özel bir yeri vardır. Latin Alfebesinin
kullanılmasıyla birlikte okuma-yazma oranında
artış meydana gelmiştir. Çünkü ; Arap Alfabesi , Latin Alfabesine göre
öğrenimi daha zor ve kullanışsız bir alfabeydi. Atatürk, harf inkılabının
önemini kavramış ve bu inkılabın en kısa zamanda gerçekleşmesini sağlamıştır.
Yabancı söz, bir
duygu ve düşünceyi dile getirmek için kullanıldığında o duygu ve düşünceyi tam
anlamıyla ifade edemez. Anlamı öğrenilse bile, böyle bir sözcükle, işaret
ettiği nesne ya da duygu arasına zihnin tercüme işlevi girer. “Deniz, dağ,
ağaç gibi Türkçe sözcükler doğada
gördüğümüz ve algıladığımız şeylerin bize niteliklerini yansıtmazlarsa da,
zihnimizde ağacın, dağın, denizin simgelerini canlandırırlar. Ağacın, dağın,
denizin yerine “şecer, cebel, bahr” denilse bunlar bizim düşüncelerimizde bir
ahenk, renk, biçim canlandırmazlar. Eski edebiyatımızın büyük ustaları (Baki,
Nedim, Şeyh Galip vb.) hem Arapça hem de Farsça’dan alınmış sözcükleri
kullandıkları için doğanın sonsuz maviliklerine ulaşamamışlardır.
Bu şairler
İstanbul’da yaşamışlardır, buna rağmen doğanın güzellikleriyle büyülü bu şehri
düşlerinin özgürlüğü içinde sunamamışlardır. Tanzimat’tan bu yana Türkçe’nin
sadeleşmesi için çaba gösteren yazarlar bile, yeni bir kavramın Türkçe
karşılığı yoksa, onu Arapça’dan üretmişlerdir. Bu yüzden dilde, yabancı dillerden giren sözcükler çoğalmış, öz
Türkçe kelimeler yerine sanat yapmak
amacıyla yabancı kelimeler kullanılmıştır.
SONUÇ:
Tanzimat halka ulaşmaya çalışan aydın kesim
çıkış yolu olarak halkın konuştuğu Türkçeyi görmüştür. Modern Batının düşünce
akımlarını ve değerlerini Türk ulusuna ulaştırmada Türkçenin önemini geç de
olsa fark etmiştir. Bu dönemde yapılan dilde sadeleşme çabaları amacına
ulaşmamıştır. Çünkü,Tanzimat aydını konunun önemine yakışan bir ciddiyet
göstermemiş sadece kendi amacına hizmet eden bir anlayışı geliştirmiştir. Bu
kaçınılmaz olarak temelsiz ve bilimsel içerikten yoksun bir çaba olarak dilimiz
tarihinde yerini almıştır.
Cumhuriyetle birlikte dilde özlenen sadeleşme ve
benliğe dönüş hareketi sistemli,bilinçli ve kurumlara sahip olarak yeniden ele
alınır. Ulu önderin başlattığı dilde sadeleşme seferberliği kısa bir sürede
hedefine ulaşır. Türkçe dünya dilleri arasında hak ettiği yeri alır.
Bu gün milyonlarca
insanın konuştuğu Türkçe ,Avrupa’nın içlerinden Orta Asya’ya
uzanan alanda insanların anlaşabildiği ortak bir dil haline gelmiştir.
[ix][i] Zeynep Korkmaz,Atatürk ve Türk Dili:Belgeler,TDK
yay.Ank.1992
[x][ii] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, 2. Cilt, s. 202
[xi][iii] Zeynep Korkmaz , Milli Sır, s.11
[xii][iv] Osmanlıcanın genel dil yapısı için bkz. Zeynep
Korkmaz”,Türkiye Türkçesi : II.Osmanlıca” Türk Ans.C.32
[xiii][v] Mahmut Atila Aykut, TDK Yıllık 1994, s.63; Uykan
Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve
Düşünceleri, Ankara, Turhan Kitabevi 1984, s.125
[xiv][vi] Afet İnan, “Milliyetin Temel Direği Olan Dil
Birliği”, Türk Dili,C.16.s. 182 (Kasım 1966),s.90-91; Zeynep Korkmaz, Atatürk
ve Türk Dili ; TDK yay., Ankara 1992, s.191,belge 90
[xv][vii] Mustafa
Kemal Atatürk, Nutuk (Zeynep Korkmaz yay), AKDTYK, Atatürk Araştırma Merkezi
yay.,Ankara 1994,s.10-11
[xvi][viii] Atatürkçü Düşünce El Kitabı,Atatürk Araştırma
Merkezi,Ank.1995
KAYNAKÇA:
Tanyol,
Prof. Dr. Cahit ,Atatürk ve Halkçılık
Kaynar,
Ord. Prof. Dr. Reşat - Sakaoğlu , Prof.Dr.Necdet ,Atatürk Düşüncesi
Atatürkçü
Düşünce El Kitabı ,Atatürk Araştırma Merkezi ,1995
Atatürkçülük
,Genel Kurmay Basım Evi,Ank.1983
Kavcar,Prof.Dr.Cahit,Edebiyat ve Eğitim,A.Ü.Basım Evi,Ank.1994