HURAFELER
VE
BATIL İNANIŞLAR
İçerisinde
bulunduğumuz çağ, teknolojinin hayal bile edilemeyecek kadar hızlı geliştiği,
insanlığın yeryüzünün dışındaki gelişme alanlarına yöneldiği bir görünümdedir.
Değişen ve
gelişen bu çağ, kendine özgü değer ölçüleri, bakış açıları ve yeni yaşam
biçimini de beraberinde getirmiştir. Bu değişim en sarsılmaz zannedilen
sistemleri yerinden oynatmakta, insanlığa yepyeni ufuklar ve daha mükemmel bir
gelecek vaad etmektedir.
Bütün bu
gelişmelerin merkezinde, düşünebilen ve düşündüklerini uygulamaya koyan insan
vardır. İnsan, her türlü yenilikte, keşfedici dehası ve dinamizmi ile oldukça
önemli bir yer tutmaktadır.
Bu nedenle,
insanın sahip olduğu potansiyel gücün, insancıl bir amaç için kullanılması önem
kazanmaktadır. Gelişmenin mimarları, beynini doğru biçimde kullanabilen
insanlardır. O halde, gelişmenin özünde yetişmiş insan unsuru, bunun temelinde
de iyi işleyen bir eğitim ortamının olduğu söylenebilir. “hayatta en hakiki
mürşidin ilim” olduğuna inanan insan, çağımızda milli gücün en önemli unsurudur.
Tarih boyunca
toplumları adeta kanser hücreleri gibi sararak, olumsuz yönde etkileyen,
durağanlaştıran ve çağın gerisinde bırakan etkenlerin başında, hurafe ve batıl
inanışlar gelmiştir.
Din esaslarının
gerçeğinde olmayan, sonradan bir takım yollarla içine sokularak, inanç
esasıymış gibi kabul edilen söz, fiil ve davranışların tümü hurafe ve batıl
inanış kapsamına girmektedir.
Dünya tarihi
incelendiği zaman görülecektir ki hemen hemen her devirde, hurafe ve batıl
inanışlar toplumların ortak problemi
olmuştur. Din esasları ile bağdaşmayan, akla ve bilime uymayan, farkına
varmadan insanları gerçek inançtan uzaklaştıran, bu toplumsal hastalığın
çeşitlerini bazı farklılıklarla her bölgede görmek mümkündür.
Tarihin bazı
dönemlerini ziyaret ederek, hurafe ve batıl inanışların toplumları nasıl
etkilediğini, bilimsel gelişmeyi nasıl durdurduğunu ve günümüzde ne gibi
sonuçlara yol açtığını incelemeye çalışacağız.
İnsan
yaratılışı gereği, bir şeye inanmak durumunda olan ve telkine müsait bir
varlıktır. Bela, kötülük, felaket, sıkıntı ve hastalık anında sığınacak bir
makam veya başvuracak bir çare arar.
Her zaman,
insanın bu çaresizliğini ve zaafını iyi değerlendiren bazı din ve merhamet
simsarları, üfürükçüler, muskacılar,
cinciler, falcılar, yeni moda adıyla medyumlar her zaman bundan istifade
etmişlerdir.
Tarih sayfaları
insanoğlunun bu zaafını tespit edip bundan menfaat sağlamak isteyenlerin olayları
ile doludur. Bu olaylar sadece yahudiliğe, hıristiyanlığa veya müslümanlığa ait
değildir. Tarihin bir çok dönemi, düşünmeyi öğrenmeye çalışan insan ile menfaatleri zedeleneceği için ona engel
olmaya çalışan din simsarı kişi ve kurumların mücadelesine sahne olmuştur.
Avrupa 15.yy’da
kağıt, matbaa, barut ve pusulayı kullanarak, coğrafya keşiflerini başlattı. Bu
keşifler sonucunda elde ettiği ekonomik
gelir, rönesans ve reformu, bunlar da hür düşünceyi ortaya çıkardı. Bir başka deyişle
ortaya çıkan laik sistem avrupa’da sanayii inkılabının temellerini hazırladı.bu
da günümüz avrupa’sını yarattı.
Ancak
avrupa’da çok uzun yıllar hurafe ile
bilim arasında kanlı savaşlar olmuştur. Şimdi bu mücadelelerden bazı örneklere
hep birlikte bir göz atalım.
Avrupa’da
skolastik dönemin en önemli özelliği, insanları sömüren kilise ve papalığın
faaliyetleridir. Kilise, insanların kendisine itaat etmesini sağlamak amacıyla,
aforoz ve enterdi yetkisini uydurarak, onlara hükmetmiştir. Aforoz, kilisenin
koyduğu kurallara uymayan insanları dışlamak olayıdır. Enterdi ise kilisenin
istediği gibi hareket etmeyen yönetici ve topluluklara ambargo koymaktır.
Bu dönemde,
kilisenin insanları etkisi altında tutmak için kullandığı, bir başka kurum da
endülüjanstır. Canının istediği her türlü kötülüğü yapan bir kişi, kiliseye
giderek işlediği günahların karşılığı olan miktarı papaza teslim edip,
kiliseden günahlarından arınarak çıktığına inanmaktadır.
17.yy’ın
başlarında , dünyanın bir öküzün boynuzlarının üstünde tepsi gibi durduğuna
inanan kilise, “dünya yuvarlaktır” dediği için galileo’ya yapmadığını
bırakmamıştır. Galileo 26 şubat 1616’da, kopernik’in görüşlerini
benimsemeyeceğine ve kimseye öğretmeyeceğine dair halkın önünde söz vererek,
engizisyon yargıçlarının buyruğunu yerine getirmiştir. Dünyanın döndüğünü
söyleyen bütün kitaplar, papanın emriyle yasaklanmıştır.
Bu dönemde,
avrupa’da kuyruklu yıldızların uğursuzluk belirtisi olduğuna inanılıyordu.
Dönemin papası, istanbul’un fethini
büyük bir kuyruklu yıldızın görünmesine bağlayarak, “bu kuyruklu yıldızla
gelmesi muhtemel uğursuzlukların, hıristiyanların üzerinden alınıp, türklerin
üzerine salınması için dua edilmesini” buyurmuştur.
Skolastik dönemde avrupa’da cincilik de yaygındı.
Bir çok hastalık, batıl yöntemlerle tedaviye çalışılıyordu. Tedavi edilmeyenler
ise cüzzamlılar gibi tecrit ediliyordu. En iyi tedavi, kutsal emanetlerle
yapılanıydı. Azize rosalia’nın, uzun yıllar hasta tedavi ettiği kemiklerin,
daha sonra yapılan incelemesinde, keçi kemiği olduğu ortaya çıkmıştır.
Bu dönemde, ingiltere’de “the king’s evil” adlı bir
hastalığın kralın dokunması ile iyileşeceğine inanılmaktaydı. Bu sebeple kral
100 bin hastaya dokunmuştu.
Orta çağda sık
sık görülen korkunç veba ve öteki salgınlar kimi zaman cinlere, kimi zaman da tanrının gazabına bağlanıyordu.
Kilise papazlarınca tanrının öfkesinden kurtulmak için en çok salık verilen
yöntem “kiliseye toprak bağışlamaktı”.
1348 yılında
baş gösteren “kara ölüm veba hastalığı” avrupa’da çeşitli kör inanışların
ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Öfkelenen tanrıyı, yatıştırmak için bavyera’da
12000, erfurt’ta 3000 yahudi öldürülmüş, strasburg’da dayahudiler’in 2000’i diri diri yakılmıştır.
Daha da artırabileceğimiz bunun gibi örnekler
gösteriyor ki, avrupa’da karanlık dönemde,
hurafe ve batıl inanışlar, toplumu etkisi altında tutmuştur. Rönesans ve
reformla başlayan aydınlanma sürecinde, kilise ile akıl ve bilim hep
savaşmıştır. Ne zaman bilimsel düşünce bu savaştan galip çıkmaya başlamış, işte
avrupa o dönemde aydınlanmış ve gelişmiştir. Hurafe ve batıl inanışlar
toplumsal olaylara yol açmaktan
uzaklaşıp, kişisel birer tercih şekline dönüşmüştür.
13 sayısının
uğursuzluğunu buna örnek olarak verebiliriz. Pek çok avrupalı bu sayının
uğursuz olduğuna inandığından, birçok otel ve binada 13’üncü katlar ve daireler
yoktur. Ancak bu durum kişisel bir tercih olarak kalmakta , toplumsal hastalığa
dönüşmemektedir.
Bu bölümden
çıkarabileceğimiz en önemli sonuç şudur: insanları avrupa’da hurafe ve batıl
inanışların etkisinden laiklik kurtarmıştır. Bilimsel düşüncenin gelişmesine
yol açmıştır. İnsanların birbirleriyle
ve devletle olan ilişkilerini hurafelere göre değil akıl ve bilime göre
düzenlemelerini sağlamıştır.
Şimdi de hurafe
batıl inanışların kendi tarihimizdeki etkilerini görmek amacıyla tarih
sayfaları arasında bir gezintiye çıkalım.
Türkler tarih
boyunca çok yer değiştiren, bu yüzden de bir çok kültür çevresi ile karşılaşan
ve temasa geçen bir millettir. Müslüman olmadan önce şamanizm, zerdüştlük,
budizm, manihaizm hatta bazen hıristiyanlık ve musevilik gibi dinleri kabul
edip bunların kültür çevrelerine girmişlerdir. Bu durum farklı kültürlerin ve
inanç sistemlerinin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bu değişimler aynı zaman
ve mekanda, bütün türk topluluklarını kapsayacak şekilde ortaya çıkmamış,
farklı yer ve zamanlarda meydana gelmiştir.
İşte çok uzun
bir geçmişin kalıntısı olan bu etkiler, müslüman olan türk topluluklarında,
islami kalıplar içinde yaşamaya devam etmiştir. Mesela şamanizmdeki türklerin ölü gömme gelenekleri, günümüzde
türbe ve süslü mezarlar olarak karşımıza çıkmıştır.
Bu konuda, türk
tarihini derinden etkileyen olaylar, islamiyet’in yayılması ve türklerin
islamiyet’i kabul etmesi sürecinde yaşanmıştır.
Emeviler ve abbasiler zamanında, cahiliye devri
kültürü islamiyetin esaslarıymış gibi islamiyet’in yayıldığı bölgelere
yayılmıştır. İslamiyet daha geniş bölgelere yayıldıkça o bölgelerin bazı kültür
ögeleri de din kuralı gibi islamiyet’in içerisine girmiştir.
Sınırlar genişledikçe mezopotamya kültüründeki kral
hammurabi’nin yasağı, bir bedevi
şeyhinin keyfi bir isteği, orta asyadaki bir türk kamanının kuralı veya moğol
hükümdarı cengiz han’ın bir buyruğu bir islam kuralı olarak benimsenmiş ve
günümüze kadar gelmiştir.
Bu gün toplumdaki mehdi beklentisi, kapı eşiğine
oturma yasağı, yanan közün üzerine su dökme yasağı, mezopotamya’dan ve cengiz han’ın yasalarından türk kültürüne
geçmiş ve günümüze kadar gelmiş batıl inançlardır.
Yine islam öncesi mekke’nin yönetimi için
ümeyyeoğulları ve haşimiler arasındaki
rekabet, daha sonra islam dininin mezhepleri görünümünü alarak, tarih boyunca
oluk oluk kan dökülmesine sebep olmuştur.
Temeli bu sebebe dayanan, alevi-sünni çatışmaları,
tarihimizde bir çok olumsuz sonuca yol
açmış ve türk devletlerinin yumuşak karnını oluşturmuştur.
Halbuki, arap yarımadasının yönetimi için hz. Ali ve
muaviye arasında, iktidar kavgası ortaya çıktığı zaman bizim dedelerimiz, yani
hem alevilerin hem de sünnilerin dedeleri henüz islamiyet’i kabul etmemişlerdi.
Görülüyor ki 10.yy’da türkler müslüman olduğu zaman
sadece islamiyet’in esaslarını almamışlar, aynı zamanda arap kültürünün ve
diğer kültürlerin ögelerini de benimsemişlerdir. Bu durum, sonuçları günümüze
kadar gelen bir çok talihsiz olayın
yaşanmasına ve türk milletinin sömürülmesine sebep olmuştur.
Osmanlı tarihinde ise hurafe ve batıl inanışlar
devlet yöneticilerinin çok büyük hatalar yapmasına sebep olmuştur. Avrupa’da
aydınlanma sürecinde bilimsel düşünce doğmalara karşı üst üste zafer kazanırken osmanlı’da ise tam tersi olmuş,
bütün zaferleri hurafe ve batıl inanışlar kazanmıştır.
Matbaanın kullanılması, günah olduğu gerekçesi ile
engellenmiş, insanlar evliya ve şeyh kerametleri ile yaşamaya mahkum edilerek,
düşünce üretmelerine izin verilmemiştir.
Avrupa’da kopernik ve galileo’nun başına gelen
olayların benzeri osmanlı’ da da yaşanmıştır.1575 yılında hoca saadettin efendi
ve takiyuddin mehmet tarafından dünyanın en büyük rasathanesi yapılmaya
başlanmıştır. Ancak hoca saadettin efendi’nin siyasi rakipleri 1577 yılında
kuyruklu yıldız görünmesini ve 1578’de veba salgını çıkmasını rasathanenin
yapılmasındaki uğursuzluğa bağlamış ve dedikodu çıkartmışlardır. Bunun üzerine
padişah ferman çıkarmış ve rasathane bir gecede yıkılmıştır.
17.yy’dan itibaren osmanlı devleti’nde planlı ve
plansız yenileşme hareketlerinin yapılmaya başlandığını görüyoruz. Bu
hareketlerin hiçbirisi tam anlamıyla başarıya ulaşamamış ve devleti içinde
bulunduğu kötü durumdan kurtaramamıştır.
Çünkü atılan her yenilik adımı hurafeci zihniyetin
engellemesine takılmıştır. Bu zihniyet kimi zaman yeniçerilerin kazan
kaldırması olarak ortaya çıkıp, genç osman’ı boğmuş, kimi zaman patrona halil
isyanı olarak ortaya çıkıp lale devrini sona erdirmiştir. Kimi zaman kabakçı
mustafa olmuş nizam-ı cedit’i bitirmiş, kimi zamanda 31 mart olayı ve derviş
vahdeti olarak karşımıza çıkmıştır.
Sonuçta, eşkenar üçgenin iç açılarının, üçgenine
göre değişeceğine inanan, allahın evi olduğu için yıldırımın camiye zarar
vermeyeceği gerekçesi ile paratonere karşı çıkan, alacağı kararları danışmak
için yanında kadrolu müneccim taşıyan yönetici ve insanlar yetişmiştir. Elbette
bütün bunların sonucunda osmanlı devleti yıkılmıştır.
şimdi de bu toplumsal hastalığın
günümüzdeki etkilerini incelemeye çalışalım.
Daha öncede değinildiği gibi avrupa’nın karanlık
dönemden aydınlık döneme geçmesi veya bu hastalığı yenmesi laik sistemin toplum
hayatına egemen olması ile gerçekleşmiştir. Ancak avrupa laik sisteme kolayca
geçmemiştir. 300 yıl süren çok kanlı
bir mücadele döneminden sonra bilimsel düşünce gerçek yol gösterici
olmuştur.
Osmanlı devleti’nin yıkılmasından sonra ulu önder
atatürk geleceğin türkiye’sini sağlam temellere oturtmak istemiştir. Yeni
devletin üzerine oturacağı temeli de şu veciz ifadesi ile işaret etmiştir.
“dünyada her şey için, maddiyat için, maneviyat için, hayat için muvaffakiyet için en hakiki mürşit ilimdir, fendir.
İlim ve fennin dışında kılavuz aramak gaflettir, cehalettir, doğru yoldan
sapmaktır.”
Bu sözden anlaşılacağı üzere yeni kurulan devletin
temeli akıl, bilim ve teknolojidir. Bu temel,
türkiye cumhuriyetini 19 yıl gibi kısa bir sürede, laik sisteme taşımış
ve devletimizin yapısını güçlendirmiştir.
Ancak, her ne kadar hayatta en hakiki mürşidin ilim
olduğuna inansak ta hurafe ve batıl inanışlar dün olduğu gibi bu gün de cazibe
ve etkisini sürdürmektedir. İnsanlar görülmeyen ve bilinmeyen şeylere karşı hep
merak duymuşlar, onları bilmek ve
tanımak istemişlerdir. İşte bu duygu ve düşünce bazı insanları geleceği
keşfetme çabalarına itmiştir. Bundan dolayı toplumda her zaman geleceği
bildiğini iddia edenler bulunmuştur. Geçmişte kahinlik, falcılık, ruhçuluk,
büyücülük gibi adlarla faaliyet gösteren bu sektör günümüzde, astroloji ve
medyumluk adı altında karşımıza çıkmıştır.
Bu gün toplumumuzda yaygın olan belli başlı hurafe
ve batıl inanışları açıklamaya çalışalım.
Muska ve
tılsımlar
Bu inançta olanlar bazı nesnelerde uğur veya
uğursuzluk olduğuna inanırlar. Kişi uğurlu saydığı nesneyi yanında taşır veya
boynuna asar. Bu nesne bir bitki, hayvan dişi, kurumuş bir böcek hatta taş
parçası bile olabilir. Bu nesneleri taşıyanlar çeşitli hastalıklardan, bela ve
kazalardan korunacaklarına inanırlar.
Günümüzde de bazı nesneleri “uğur getiriyor” diye
boynunda yada yanında taşıyanlar bulunmaktadır.yine insanların hastalıkları tedavi maksadıyla üfürükçülere
giderek muska yazdırmaları hurafe ve batıl inanışların bu bölümüne girmektedir.
Sihir (büyü)
Tarihte en yaygın görülen hurafedir. Günümüzde dahi
hala etkisini sürdürmektedir. Büyü, bazı güçler kullanarak insanları istenilen
yönde etkilemek amacıyla yapılan eylem olarak tanımlanabilir. Günümüzde pek çok
insan özellikle de hanımlar büyüden fazlasıyla korkmaktadır. Büyücüler bu korkudan
faydalanmasını başararak, bir sürü safsata uydurmuşlardır.
Evliyaperestlik
kutsallık
adına geçmişte yaşamış bazı kişilerin mezar ve türbeleri ticari amaçlı
ziyaretgah haline getirilerek pek çok kişinin dilek ve dertlerine çareler
aranmıştır.
Çaput bağlamak
şamanlık kültünden kaynaklanmaktadır.
Evliya sayılan ulu kişilerin, kutsal ağaç veya suların ziyaret edilerek dilek
dilenmesi ile çocuğu olmayanların çocuk sahibi olacağına veya bazı
hastalıkların iyileşeceğine inanılır.
Mum yakmak
türbe, mezar, tekke gibi yerlere mum
yakmak ve dilek tutmak cahiliye döneminden kalma bir adettir. Arkeologlara göre
ateşe tapınmaktan kalma bir hurafedir.
Kurşun dökmek
halkımız arasında “göz değmesi, göze
gelme” diye adlandırılan bir nazar inancı vardır. Nazar değen kişinin malına
veya eşyasına bir zarar geleceğine inanılır. Nazarın etkisinden kurtulmak
amacıyla nazar boncuğu, at nalı, üzerlik otundan yapılan kolyeler takılmakta,
ayrıca nazar muskaları kullanılmakta kurşun döktürülmektedir.
Kabirlerde dua
ve kurban adamak
islam dinine göre dilek ve istekler
sadece allah’a yapılır. Gerçek böyleyken halkımızın bazıları dua şeklini ve
adabını değiştirmişlerdir. Duaya bir sürü batıl hareketler sokmuşlardır.
bazıları dua ederken kavga edermiş gibi
bağırıp çağırırken bazıları da mezarlara elini yüzünü sürmekte, türbelerin eşik
ve pencerelerini öpmektedir. Bu hareketlerin hepsi hurafe ve batıl inanışlardır.
kabir ve türbelere gidip kurban adama
ve kesme adeti de hurafedir. İslam dininde bir yatıra, bir kabre, bir tekkeye veya bir devlet adamına
kurban adamak yoktur.
Falcılık
halkımız arasında yaygın olan
hurafelerden birisi de fal bakmak yada fal açmaktır. Dilimize nasıl girdiği
bilinmeyen “fala inanma falsız kalma”sözü, insanın hep geleceğini bilmek,
merakının giderilmesine bir vasıta olmuştur. Bazı insanlar “fala inanmıyoruz
ama eğlence olsun diye fal açtırıyoruz” diyorlar. Böyle bir düşünce tarzı,
yanlışa çanak tutmaktır.
Ay ve güneş
tutulması
bazı yörelerimizde ay ve güneşin şeytan
tarafından tutulduğuna inanılmaktadır.
Bu nedenle tutulma olayı başlayınca teneke ve davul çalınmakta ve silah
atılmaktadır. Güya gürültüden korkan şeytan ayı veya güneşi serbest bırakırmış.
ayrıca ay ve güneş tutulması ile ilgili
diğer bazı batıl inanışlar şunlardır.
* ay ve güneş tutulması kıyamet alametidir.
* ay ve güneş tutulursa o yıl kıtlık olur.
* ay ve güneş tutulursa
savaş ve karışıklıklar çıkar.
*
ay ve güneş tutulması büyük ve ünlü
kişilerin ölümüne işarettir.
Kuş ötmesi ve
hayvan uluması
halkımız arasında bazı kuşların ötmesi,
bazı hayvanların uluması, ile ilgili çeşitli yorumlar yapılmaktadır. Bunlardan
kimisi uğur kimisi de ölüm işareti olarak
kabul edilmektedir. İslam inancına göre bunların hepsi mantık dışı ve
hurafedir. Hayvanlarla ilgili hurafeleri şöyle sıralayabiliriz.
* ezan okunurken köpek
ulursa o civarda birisi ölür
* gece vakitsiz horoz
öterse savaş çıkar
* kara kedi yolu keserse uğursuzluk
getirir
* baykuş ve karga kimin
evinde öterse o evden cenaze çıkar
hiçbir şey doğuştan uğurlu ya da
uğursuz değildir. Bilimsel düşünceye göre, her hangi bir nesnede veya
canlıda uğursuzluk aramak doğru
değildir.
Günlerle ilgili
batıl inanışlar
toplumumuzun yanlış inanışlarından
birisi de haftanın bazı günlerinin uğurlu bazı günlerinin uğursuz sayılmasıdır.
Bu anlayış bize hristiyan ve yahudilerden geçmiştir.günlerle ilgili bazı hurafe
ve batıl inanışlar şunlardır.
* pazar günü çalışmak uğursuzluktur
* perşembe çamaşır
yıkanırsa zengin olunur.
* cuma günü ve cuma akşamı
ev temizlemek günahtır.
* cumartesi günü çamaşır
yıkamak uğursuzluk getirir.
* arefe günü dikiş dikmek
günahtır
* iki bayram arası nikah
kıyılmaz.
Temizlik ve
sağlığa karışan hurafeler
islam
dini temizliğe özel bir önem vermiş olmasına rağmen, halkımızdan bazıları
hurafelere kanarak şunları uydurmuşlardır.
* gece ev süpürülürse fakirlik gelir
* cuma akşamı ev süpürmek
kıtlık getirir
* misafirin ardından ev
süpürmek iyi değildir.
* süpürge yapılırken
birine değerse uyuz olur yada ömrü kısa olur. Ancak süpürgeye tükürülürse bu
durum düzelir.
* gece tırnak kesilirse
ömür kısalır.
* cenaze yıkanırken
teneşirin altından alınan su alkolik birisine içirilirse alkolü bırakır.
Kadın ve çocukla
ilgili hurafeler
cahiliye
dönemi arap geleneklerinin islamiyet’in kuralıymış gibi algılanmasından en çok
zararı türk kadınları görmüştür. Hurafe ve batıl inanışlar, vaktiyle kadını özgür bilen, dede korkut'un deyimiyle: "eve bir
konuk gelse, er adam evde olmasa, ol ani yedirir, içirir, ağırlar, gönderir" diye güvenceyle yücelten türk
insanını, kadına tıpkı arap gibi hor gözle bakan bir yaratık yapmışlardır.
Günümüzde kadın ve çocuklarla ilgili belli başlı hurafeler şunlardır.
* gelin eve ilk geldiğinde
kaynanasının bacakları arasından geçerse saygılı olur.
* bir kız evli birinin
gelinliğini giyerse kısmeti kesilir.
* aş eren bir kadın çirkin
bir yere bakarsa çocuğu çirkin olur.
* çocuğun kırkı çıkmadan
tırnağı kesilirse ya arsız ya da hırsız olur.
* çocuğun metre ile boyu
ölçülürse boyu uzamaz.
* boyu ölçülen çocuk kısa
kalır.
Taassup ve hurafelere yöneliş bir milletin
gerileyişinde ve çöküşünde çok önemli yer tutar. İnsanlığın uzayın
derinliklerinde yaşanacak yerler aradığı, teknolojinin harikalar yarattığı bir
ortamda, hala türbe bahçesindeki ağaca çaput bağlamakla hamile kalacağına
inanalar oldukça, şu gün işe başlamak uğursuzluktur, şu gün çalışmak günahtır diye, tembelliğe ve gericiliğe pirim verenler
bulundukça hedeflediğimiz noktalara ulaşmakta zorlanırız.
Eğer bir kişi, bir kere, “rüyasında görmüş” lafına
itibar ederse , yolda önünden kara kedi geçince “ne yapsam acaba “ diye kara
kara düşünürse , çocuğu hastalanınca ne yapacağını, şeyhine sorarsa, sevdiği
kızı yada erkeği kendine yakınlaştırmak için, büyücüye giderse, eşini evine
bağlamak için muska taşırsa, çalınan yada kaybolan malının bulunması için
falcıdan medet umarsa, dualarının kabul
olması için. Denizin ortasında dua ederse, günahlarından arınmak için
türbelerin kapılarında sürünüp , oradan çıkan toprağa kutsallık kazandırırsa,
toplumda tamir edilemez yaraların açılmasına sebep olur. Hurafe ve batıl
inanışlar toplumsal hastalık haline gelir.
Devletimizin kuruluşundan beri çözmeye çalıştığı en
önemli konuların başında terör gelmektedir. Pkk, hizbullah vb irticai terörün
doğmasında ve gelişmesinde, ülkemizin güneydoğusunda hala etkisini
sürdüren şeyhlik, şıhlık veya ağalık
sisteminin önemli bir rolü vardır.
Cumhuriyetin ilk yıllarında çıkan şeyh sait
isyanında, 1927-1928 yıllarında çıkan ağrı isyanında, daha sonra dersim isyanı
ve diğerlerinde, cahil halkın dini duyguları şeyhler yada ağalar tarafından
sömürülerek, ülkemize büyük zararlar verilmiştir.
Hurafe ve batıl inanış hastalığı, 1000 yıl önce
yaşanan haşhaşilik yada hasan sabbah olayının, günümüzde yeniden adnan hoca
olayı olarak yaşanmasına sebep olmuştur.
11.yy’da yaşayan hasan sabbah, iran’da yaptırdığı
çok güzel bir sarayda gençleri afyona alıştırarak zehirlemiş ve terörist haline
getirmiştir. Yetiştirdiği bu teröristlerle başta büyük devlet ve bilim adamı
nizam-ül mülk olmak üzere bir çok selçuklu devlet yöneticisini öldürterek
devletin yıkılmasında önemli bir rol oynamıştır. 1000 yıl arayla yaşanmış bu
iki olay dikkatlice incelendiği zaman hem birbirine çok benzemekte, hem de bu
gün ders alınması gereken bir çok hususu içermektedir.
Yine “çocuklarımıza güzel isimler veriniz” hadisini
“ben güzele güzel demem, güzel arap olmayınca” mantığıyla yorumlayan, hurafeci
zihniyet , anlamı kötü bile olsa birçok arapça ve farsça kelimeyi dilimize sokarak güzel türkçemizin
bozulmasına sebep olmuştur. Yakın çevremizdeki kişilerin isimlerine bakarak
bunu değerlendirebiliriz.
Tarihte kuyruklu yıldızın görünmesini veba sebebi
sayıp dünyanın en modern rasathanesinin yıkılmasını sağlayan zihniyet, “7,4
yetmedi mi” diye ortaya çıkarak, depremin sebebini hurafe ve batıl inanışlarla
açıklamaya çalışmaktadır. Hatta bir yobaz çıkıp hazırladığı kasette deprem ile
ilgili rüyasında gördüklerin bahsederek hem para kazanmaya hem de rejim
düşmanlığı yapmaya çalışmaktadır. Bu kişinin toplantılarına çok fazla kişinin
katılması ve kasetlerinin binlerce
satması da dikkat çekicidir.
Ailesinden aldığı eğitim ve kültür ile aklını
kullanmayı öğrenemeyen gençlerimize maalesef eğitim kurumları da gerekli
yardımı yapamamaktadır.
Bunun sonucunda bazı gençler mutluluğu yada cenneti
satanizm gibi sapık tarikatlarda aramaktadır. İlk önce hayvanları sonra da
insanları vahşice doğrayarak satana hizmet edip mutlu olmaktadırlar.
Televizyonlarda ve gazetelerde defalarca izlediği bu dünyadaki güzel ve
şaşalı yaşantıya, ülkenin gelir dağılımındaki adaletsizlik yüzünden hiç
ulaşamayacağını düşünen bazı gençlerimiz, şimdiden öbür dünyadaki cennette yer
bulmak kaygısıyla bu cenneti kendilerine vaat eden yobazların kişisel
menfaatlerine alet olmaktadırlar.
Bütün bunların örneklerine sıkça medyada
rastlamaktayız.
Gelişmiş ülkelerde
yüzü geçmeyen sapık tarikatların taraftar sayıları, bizim ülkemizde
halkımızın hurafe ve batıl inanışlara merakı yüzünden binleri hatta on binleri
bulmaktadır.
Dün osmanlı devletinde yenileşme hareketlerine karşı
çıkıp genç osman’ı öldüren, 3.selim yeniliklerini sona erdiren zihniyet, bu gün
8 yıllık eğitime karşı çıkarak, halkın bilinçlenmesine engel olmaya
çalışmaktadır. Aynı zamanda toplumda iç çatışmayı körükleyici güç olarak
kendini hissettirmektedir. Bu güçler, seçim öncesinde yönetime talip olan
siyasi partilerle anlaşma yapabilmekte ve demokrasinin işlerliğine engel
olmaktadırlar.
Bu toplumsal hastalığın tedavi edilememesi,
tarihteki hasan sabbahların, kabakçı mustafaların, patrona halillerin, derviş
vahdetilerin, şeyh saitlerin günümüzde başka adlarla ortaya çıkmasına sebep
olmaktadır.
Bu gelişmeler, soğuk savaşın bütün yöntemlerinin
kullanıldığı günümüzde düşmanlarımızın ekmeğine yağ sürmektedir. Zaman zaman
sahibi belli olmayan eller bu tetikleri çekerek ülkemizde iç huzurun
bozulmasına sebep olmaktadır.
Bütün bunlar, sahip olduğumuz imkanlarla dünya
ülkeleri arasında olmamız gereken yere ulaşmamızı engellemekte, ülkemizin
itibarını zedelemektedir.
Sonuç olarak ülkemizi atatürk’ün hedeflediği “çağdaş
uygarlık seviyesinin üzerine çıkartmak
istiyorsak, türkiye cumhuriyetinin “şeyhler, dervişler, müritler ve mensupları
devleti” olmasını istemiyorsak,
insanlarımızın akıllarını kullanmalarını sağlamak zorundayız. Toplumda
bilimsel düşünceyi yaygın hale getirmeliyiz.
Bütün bunları yapabilmek için yeni keşif ve icatlara
gerek yoktur. Ulu önder atatürk’ün bu hastalığın tedavisi için verdiği reçeteyi
incelememiz bize ışık tutacaktır. “ben manevi miras olarak, hiçbir ayet, hiçbir
dogma , hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım
ilim ve akıldır.
... Benden sonra beni
benimsemek isteyenler, bu temel eksen (mihver) üzerinde akıl ve ilmin
rehberliğini kabul ederlerse manevi mirasçılarım olurlar.”
Bu hedef doğrultusunda en önemli görev ailelere
düşmektedir. Aileler çocuklarının bu toplumsal hastalığın pençesine düşmesine
engel olmak zorundadırlar. Bunun için yapılması gereken, onlara milli
kültürümüz ve inanç sistemimiz ile ilgili doğruların, atatürkçü bakış
açısıyla öğretilmesidir. Bir başka
deyişle aileler, çocuklarının gözünü açmalı, aklını kullanmalarını sağlamalıdır.
Diğer önemli bir görev eğitim kurumlarına ve biz
öğretmenlere düşmektedir. “yeni neslin
bizim eserimiz olacağı” sorumluluğundan hareketle, gençlerimizi eğitirken
hurafeci ve dogmacılardan daha etkili olmak zorundayız. Toplumda, içinde
bulunduğu ortamı bilim yardımıyla sorgulayan, doğruyu yanlışı ayırt edebilen,
atalarından devraldığı mirasın önemini
ve sorumluluğunu bilen kişilerin yaygınlaşması, hem bu hastalığın iyileşmesini
hem de ülkemizin kalkınmasını sağlayacaktır.