İSLAM DİNİNDE
MEZHEPLER, TARİKATLAR
İnsanlık
tarihi iki otoritenin, siyasi ve dini otoritenin birbiriyle mücadele tarihidir.
Bu mücadelede kimi zaman siyasi otorite dini otoriteye, kimi zamanda dini otorite
siyasi otoriteye egemen olmuştur. Siyasi otorite, dini otoriteye egemen
olduğunda dini otoritenin yaptırımını da kullanarak egemenliğini pekiştirmiş,
dini otorite siyasi otoriteye egemen olduğunda, aynı yöntemi bu sefer dini
otorite kullanmıştır.
Ortaçağın
Hristiyan ve İslam dünyasında halk bu otoritelerin çıkarlarına hizmet için var
olan bir teba olarak görülmüştür. Günümüzün çağdaş değerlerinden yoksun olan
halk, ne siyasi, otoriteyi ne de dini otoriteyi sorgulayabilmiştir. Siyasi ve
dini otoritenin mutlak doğru olarak gösterdiklerine koşulsuz olarak itaat
etmişlerdir.
Koşulsuz
itaat eden halk kitlesini yönetme mücadelesi, ne siyasetin siyaset gibi ne de
dinin din gibi yaşanamaması sonucunu doğurmuştur.
Özellikle
insanlığın en hassas yönü olan, dini inançlar her dönemde, her koşulda, her
yöntemle bir takım kişilerin çıkarlarına hizmet etmek amacıyla alabildiğine
kullanılmıştır. Dini inançların, siyaset adamı veya din adamı, kisvesi
altındaki bir takım kişilerin çıkarları uğrunda kullanılması, kullanılmaya
çalışılması ve bu uğurda yapılan mücadeleler, dinlerin birtakım mezheplere ve
tarikatlara ayrılması sonucunu da beraberinde getirmiştir.
HRİSTİYANLIKTAKİ OTORİTE MÜCADELESİ VE MEZHEPLERİN ORTAYA
ÇIKIŞI
Hristiyanlığın
Kudüs’te ortaya çıkması ve hızla yayılmasına karşı Roma İmparatorluğu önce bu
dini yasaklamış ve Hristiyanları sıkı takip altına almışken daha sonra bu dine
engel olamayacağını anlayan imparator Konstantin, 313 yılında yayınladığı
Milano Fermanı ile Hristiyanlığı resmen tanımıştır. Bundan amaç Roma
İmparatorluğu’nu parçalayabilecek bir sürecin önüne geçmek ve onu kontrol
altına almaktır.
Hristiyanlığın
üç yüz yıllık uygulanmasında ortaya çıkan bazı teolojik anlaşmazlıkların önüne
geçebilmek ve temel bazı teolojik kurallar koyabilmek, kiliseleri
başıbozukluktan kurtarıp ciddi bir organizasyona tâbi tutabilmek için İmparator
Konstantin tarafından 325 yılında Hristiyan aleminin ilk ökümenik (evrensel)
“Konsil”i (uyulması zorunlu dinsel kurallar koymak amacıyla din adamlarınca yapılan
toplantı) İznik’te toplandı. Bu konsilde;
Hristiyanlığın günümüzde de pek çoğu uygulanmaya devam eden temel
kuralları konuldu. Çok değişik İncil metinleri arasından dördü (Matta, Luka,
Markos, Yuhanna) incil olarak tespit edildi. Ayrıca kilise organizasyonu
açısından Roma İmparatorluğu üç bölgeye ayrılarak bu bölgelerdeki kiliseleri
yönetmek amacıyla Apostolik kökenli (havariler tarafından kurulmuş) Roma,
İskenderiye ve Antakya kiliseleri Ökümenik Patriklik Statüsüne yükseltildi.
Kiliseler
üzerinde egemenlik kurarak dini otoriteyi siyasi otoriteye katkı sağlamak
amacıyla kullanmak isteyen İmparator Theodosius, o dönemde İmparatorluk merkezi
olan İstanbul’da bulunan Fener Episkoposluğu’nu, 381 yılında İstanbul’da
toplanan Konsile, baskı yaparak Ökümenik Patriklik statüsüne kavuşturdu. Ancak
bu karar Roma, İskenderiye ve Antakya kiliselerince kabul edilmedi. Bunun
üzerine imparatorlukta büyük karışıklıklar çıktı.
Theodosius’un
izinden giden imparator Marcian, 451 yılındaki Kadıköy Konsilinde kendisinin
hazırladığı 28 maddelik karar tasarısını zorla kabul ettirerek, Fener
Patrikhanesini Hristiyanlık dünyasının tek merkezi haline getirdi. Bu kararı
Roma, İskenderiye ve Antakya kiliseleri tanımadı. Bunun üzerine İskenderiye ve
Antakya Kilisesi yerle bir edildi ve binlerce insan öldürüldü.
Bu
dönemde Roma İmparatorluğu batı ve doğu olarak ikiye bölündüğü için Doğu Roma
(Bizans) İmparatorları Roma Kilisesine bir şey yapamadılar. Roma kilisesi, daha
sonra bağımsızlığını ilan ederek 325 yılında oluşturulan Hristiyan birliğinden
ayrıldı. Roma İmparatorlarının, dini otoriteyi egemenlik altına almaya
çalışmaları, Hristiyanlığın, Katolik ve Ortodoks olmak üzere iki mezhebe
bölünmesine sebep oldu.
Ortaçağda Batı Roma İmparatorluğunun parçalanması,
Feodalitenin yani siyasi otoritenin çok zayıf olduğu bir sistemin ortaya
çıkması sonucunu doğurdu. Bu ortamda Avrupa’daki tek dinsel otorite olan Roma
Kilisesi yani Vatikan, Siyasi otoriteye tam olarak hakim oldu. Dinsel dogmalar
veya din kuralı gibi uygulanan kurallar kilisenin, devlet ve toplum yaşantısına
tam olarak egemen olmasını sağladı. Hristiyanlık ve Avrupa Karanlık Çağı
yaşamaya başladı. Bu dönemde Kilisenin pek çok derebeyinin topraklarına el
koyması siyasi otoriteyi iyice zayıflattı.
15. Yüzyılda
Almanya’da ortaya çıkan Martin Luther topraksız kalmış Alman prenslerinin, yani
siyasi otoritenin de desteğini arkasına alarak Kilise egemenliğine bayrak açtı.
Onun başlattığı hareket Avrupa’da kısa sürede yayılarak ayrı bir mezhebin yani
Protestanlığın ortaya çıkışını sağladı. Dini ve siyasi otoritenin kavgası
böylelikle Hristiyan dünyasının Katolik, Ortodoks ve Protestan olmak üzere üç
mezhebe bölünmesine yol açtı.
İSLAMİYETTEKİ OTORİTE MÜCADELESİ, MEZHEPLER VE TARİKATLARIN
ORTAYA ÇIKIŞI
İslamiyette
Hz.Muhammet’in ölümünden sonra “Dört Halife Dönemi” adı verilen bir dönem
yaşanmıştır. Hz. Muhammet, Peygamber olması nedeniyle dini bir liderdir. Ancak
ortada bir devlet vardır ve bu devletin yönetilmesi söz konusudur. Bu açıdan
bakıldığında Hz.Muhammet aynı zamanda bir devlet başkanıdır yani siyasi bir
liderdir.
Onun ölümünden sonra devleti yönetecek bir
lider gereklidir. Bu lideri sahabe, yani peygamberin yakın arkadaşları
seçecektir. Bu lidere de Halife ünvanı verilecektir. Halifeler Hz. Muhammet
gibi hem dini hem de siyasi lider değildir. Tanımlama yapılacak olursa dini
otoriteyi de kullanan siyasi lider denebilir.
Hz.Muhammet’ten
sonra Hz.Ebubekir ve Hz.Ömer döneminde liderlikle ilgili bir sorun
yaşanmamıştır. Her iki halife de peygamberle aynı aileden, Haşimi ailesinden
gelmektedir. Haşimi ve Ümeyye, ailesi İslamiyetten önce Mekke’ye hakim olan
Kureys Kabilesinin, Mekkeyi yönetmek için birbiriyle sürekli mücadele halinde
olan iki ailesidir. Hz.Ömer’in ölümüyle yerine Ümmeyye ailesine mensup
Hz.Osman’ın geçmesi ve kendi ailesini kayıran uygulamalar yapması, İslamiyetten
önceki siyasi çekişmeleri yeniden su yüzüne çıkarmıştır.
Bu huzursuzlukların bir sonucu olarak
Hz.Osman’ın bir suikast sonucu öldürülmesi ve yerine geçen Hz.Ali-nin bu
cinayeti aydınlatmada gerekli çabukluğu gösterememesi, Ümeyye ailesine mensup
olan Şam Valisi Muaviye tarafından gerekçe olarak gösterilecek ve Muaviye
kendisini halife ilan edecektir. Böylelikle İslam Devletinde iki halife ortaya
çıkacaktır.
Hz.Ali ve
Muaviye’nin dini liderlik değil, siyasi liderlik (Halifelik) mücadelesi iki
tarafın ordularını Sıffin Savaşında karşı karşıya getirmiştir. Yapılan savaşta
kesin bir sonuç alınamayınca sorunun Hakemler tarafından çözülmesine karar
verilmiştir. Hakem olayında Muaviye’nin hakemi Amr İbnül As’ın, Ali’nin hakemi
Ebu Musa El
Eşariyi kandırması iki tarafı tekrar savaş durumuna getirmiştir. Hz.Ali-nin
daha fazla kan dökülmemesi için kuvvetlerini geri çekmesi üzerine iktidar
mücadelesi bir çözüme kavuşturulamamıştır. Ali, Basra’da Halifelik yaparken
Muaviye, Şam’da Halifeliğini sürdürecektir.
Bir süre sonra iki lidere de yapılan
suikastten Muaviyenin sağ çıkması ve Ali’nin ölmesi üzerine tek bir halife
kalacaktır. Muaviye’nin Ali’nin oğulları olan Hasan ve Hüseyin’e kendi
ölümünden sonra Halifeliğin kendilerine geçeceğine dair verdiği sözü tutmayıp
oğlu Yezit’i Velihat ilan etmesi anlaşmazlıkları tekrar su yüzüne çıkaracaktır.
Yezit’in Halife olduktan sonra Hz.Hüseyin’i Kerbelada
öldürttürmesi İslam’daki bölünmeyi net bir şekilde ortaya çıkaracaktır. Muaviye
taraftarları ve onun soyundan gelenlerin egemen oldukları bölgelerdeki
insanlar, kendilerini Ehl-i Sünnet veya Sünni, Hz.Ali’nin soyundan gelenlerin
ve Basra, İran ve Horasanda yaşayan insanların ise Ehl-i Şia yada Şii olarak
adlandırmasıyla, islam dini ikiye bölünecektir. Kısacası Hz.Muhammet’in
ölümüyle ortaya çıkan siyasi liderlik mücadelesine din kisvesi büründürülmesi,
İslam dininin bölünmesine, Sünnilik ve Şiilik adı verilen iki mezhebin ortaya
çıkmasına sebep olacaktır.
Daha
sonraki yüzyıllarda değişik din adamlarının İslam dinini şekil ve esas
açısından farklı niteliklerde yorumlamaları sonucu Sünnilikte, Hanefilik,
Hambelilik, Malikilik ve Şafiilik,
Şiilikte
ise Caferilik, İsmailiye Zeydilik ve İmamilik gibi alt mezhepler ortaya
çıkacaktır.
Sünni
mezheplerle Şii mezhepler arasındaki en belirgin fark, İmanın altı şartı
(Meleklere İman, Kitaplara İman, Peygamberlere İman, Ahiret Gününe İman, Kadere
İman, Hayır ve Şer'in’Allahtan geldiğine İman) dışında Şiilerin on iki imam’a
iman etmeleridir. Şiilere göre on bir imam gelmiş ve Şiiliğin temel öğretisini
oluşturmuştur. On ikinci imam ise (İmam-ı Gaib) henüz gelmemiştir. On ikinci
imam , Mehdi (Kurtarıcı) olarak beklemektedirler. Aradaki fark şekilde değil,
özde olduğu için yani teolojik bir fark olduğu için Sünniler tarafından Şiilik
reddedilmektedir.
Mezheplerin öğretilerinin yayılması için zamanla çok
değişik bölgelerde açılan Tekkelerde yetişen binlerce din adamı kendi
mezhepleri içinde kendi yorumlarını ortaya koymuş ve böylelikle “Tarikat” adını
verdiğimiz din örgütlenmeleri ortaya çıkmıştır. Bunların başlıcaları şunlardır.
:
SÜNNİ TARİKATLAR Şİİ
TARİKATLAR
Eş’arilik Batınilik
Maturidilik Haşhaşilik
Halvetilik Bektaşilik
Ahilik Dürzilik
Bayramilik Hurufilik
Celvetilik Hüsnilik
Cemalilik Karmatilik
Cerrahilik Kazerunilik
Kadirilik Mudarilik
Kalenderilik Nusayrilik
Melamilik Vasililik
Nakşibendilik
Ticanilik
Şazelilik
Başlıca sayılan bu tarikatların her biri, onlarca alt
tarikata bölünmüştür. Örneğin Şazelilik kendi içinde Arifilik, Bekrilik,
Cezulilik, Fuadililik, Gazilik, Madavilik, Mustailik, Mürsilik, Nasırilik,
Raşidilik, Şerefilik, Vefailik ve Zekurilik gibi on üç alt tarikata
bölünmüştür.
Tarikat ve tekke örgütlenmesi, şeyh ile tarikat
mensubu mürit arasında, şeyh’e koşulsuz itaat esasına dayanan bir yapılanmadır.
Şeyh mutlak doğruları söyleyen, mutlak doğruları
yapan, mutlak itaat edilmesi gereken muhterem bir kişidir. Şeyh asla hata
yapmaz. Müritin görevi olgunluk düzeyine yükselene kadar bir takım eziyetlere,
çilelere katlanmaktır.
Örneğin tarikatlardan birine girecek olan kişi
tarikatın bir üyesi olana kadar üç yıl dokuz gün şu görevleri yapmak
zorundadır. 40 gün dört ayaklı hayvanların bakımı 40 gün süpürge işi, 40 gün su
çekme, 40 gün yatak serme ve kaldırma, 40 gün odun kesmek, 40 gün yemek pişirmek,
40 gün alış veriş yapmak, 40 gün dervişler meclişine hizmet etmek. Bu
görevlerin bitiminden sonra üç yıl dokuz gün tamamlanana kadar bu işler baştan
başlayarak tekrar edilir.
Buradan da görüleceği gibi tarikat örgütlenmesi bünyesine alacağı bir
kişinin öncelikle kişilik özelliklerini yok edecek, düşünmeden, araştırmadan
koşulsuz itaat eden müritler yaratmayı amaçlamaktadır. Bu süreçten geçen bir
kişi, Şeyhinin ve tarikatın ileri gelenlerinin söylediklerini mutlak doğru
olarak kabul edip verdikleri görevleri düşünmeden, tartışmadan, görüş öne
sürmeden yapmaktadır.
Buna en belirgin örnek olarak Hasan Sabbah’ın
Haşhaşilik tarikatı verilebilir. Hasan Sabbah’ın Alamut kalesinde yetiştirilen
müritler, daha sonra kendilerine verilen görev doğrultusunda, öldürüleceklerini
bile bile pek çok kişiye suikast yapmışlar ve Büyük Selçuklu İmparatorluğu
döneminde dehşet saçmışlardır.
İsrail’de vücutlarına bağladıkları bombalarla
insanların kalabalık olduğu yerleri havaya uçuran ve yüzlerce insanın ölümüne
sebep olan Haimas miltanlarının
ve Almanya’da örgütlenmiş İslami Cemiyet ve
Cemaatler Birliğinin başında bulunan Metin KAPLAN’ın verdiği direktif
doğrultusunda kiraladıkları bomba dolu uçakla 29 Ekim 1998’de Anıtkabire
intihar dalışı yapmayı planlayan militanların, organizasyon, amaç, yöntem ve
uygulama açısından Hasan Sabbah’ın Müritlerinden hiçbir farkı yoktur.
Kısacası, Tarikat örgütlenmeleri, bir şeyhin
mutlak güdümünde düşünme ve aklını kullanma becerisinden yoksun bırakılmış,
şeyhinin her söylediğini mutlak doğru olarak kabul eden yaratıklar sürüsü
yetiştirmeyi amaç edinmiş, İslam ve İnsanlık düşmanı oluşumlardır.
TÜRKLERİN İSLAMİYETE GİRİŞİ, AYRILIKLAR VE ANADOLU İSLAM
ANLAYIŞI
Türkler,
Sekizinci yüzyılın sonlarından itibaren İslam dinine girmeye başlamışlardır.
Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun kurulmasından kısa bir süre sonra da Tuğrul
Bey döneminde Abbasi Halifesi Türklerin koruması altına girmiştir. Bundan sonra
Türkler İslam dininin hem bayraktarlığını hem de korumalığını yapmışlardır.
Anadolu’ya
göç eden Türkler göç yolları üzerindeki İslam mezheplerinden etkilenmişler ve
bu mezheplere girmişlerdir. Genel bir değerlendirme yaparsak Anadoluda yerleşik
hayata geçen Türkler daha çok sünni mezhepleri tercih etmişler, göçebe
yaşayanlar ise islam dininin kurallarıyla, Türk gelenek ve göreneklerini
kaynaştırarak Alevi İslam anlayışını ortaya çıkarmışlardır.
Türkler hangi mezhepten olurlarsa olsunlar
İslam dinini geniş bir hoşgörü çerçevesi içinde ele almışlar ve bu çerçevede
yaşamışlardır. Bu hoşgörüyü hem kendi dinlerinden olanlara hem de başka dinden
olanlara alabildiğine göstermişlerdir. Gerek Sünniliği gerekse Aleviliği
benimsemiş olan Türkler asla biribirleriyle çatışmaya girmemişlerdir.
Anadolu’daki Sünni ve Alevi anlayışının iki somut oluşumu olan Mevlevilik ve
Bektaşiliğin temel felsefesi, insan sevgisi ve hoş görüdür. Araplar daha dört
halife döneminde İslamı siyasallaştırmışken Türkler toplum dokusunun
güçlenmesinde önemli bir katkı olarak değerlendirmişlerdir.
YAVUZ
SULTAN SELİM-ŞAH İSMAİL ÇATIŞMASI, HALİFELİĞİN OSMANLILARA GEÇMESİ VE İSLAMIN
SİYASALLAŞMASI
16.yüzyılın
başlarında İran’daki Safavi Devleti’nin başına geçen Şah İsmail, devletinin
sınırlarını genişletmek ve Anadolu’ya hakim olmak için yoğun bir çalışma içine
girecektir. Bu amacına ulaşmak için Şii İslam inancını bir kılıç gibi
kullanacak ve Anadolu'da giriştiği propoganda faaliyetleriyle taraftar
toplamaya çalışacaktır. Kısacası siyasi amaçlarına ulaşmak için halkın inancını
siyasete alet edecektir. Osmanlı Devleti’nin geleceği açısından bu durumu çok
tehlikeli gören Yavuz Sultan Selim, Şehzadeliği döneminde başlattığı mücadeleyi
Padişah olduktan sonra da yoğun olarak sürdürecektir. Özellikle Alevi gruplar
arasında faaliyette bulunan propogandacılar yakalanacak ve idam
edilecektir. Çaldıran Seferi sırasında
bu öldürmeler doruk noktasına çıkacaktır. Çaldıran Seferi ile Osmanlı
Devleti’nin birliği pekiştirilecek ancak inançların siyasallaştırılması Sünni
ve Alevi inancına sahip olan insanlarımızın zaman içinde biribirlerini hasım
gibi görmelerini sağlayacak süreç te başlamış olacaktır.
Özellikle
Yavuz’un Mısır Seferiyle Halifeliğin Osmalılara geçmesiyle birlikte zaman
içinde köklü Türk Devlet Gelenekleri yerine Abbasi devletinin din merkezli
devlet yönetim sistemi Osmanlı devlet yönetimine hakim olmaya başlayacaktır.
Alınan kararların ve yapılan uygulamaların
din kurallarına uygun olup olmadığı konusunda fetva verme yetkisine sahip olan
Şeyhülislamların devlet yönetimindeki etkinlikleri zaman içinde artacaktır. Bu
dönemde Osmanlı devleti yönetimine Türkler yerine devşirmelerin getirilmesi
köklü Türk Devlet Geleneğinin etkinliğini her geçen gün daha da azaltacaktır.
Bu durum en belirgin olarak bilim ve eğitim, öğretim kurumlarındaki çöküşle
kendini gösterecektir. Celali isyanlarının toplumsal sebeplerini araştırmak
yerine buna medreselerde yeterince din eğitimi verilemediği tespiti yapılarak
pozitif bilimlerin medreselerdeki öğretimi bir Şeyhülislam fetvasıyla
yasaklanacaktır. Siyasi otorite, dini otoriteden yararlanılarak güçlendirilmeye
çalışılırken dini otorite ve dini dogmalar her geçen gün siyasi otoriteyi kendi
denetimi altına almıştır. Niteliksiz padişahların iş başına geçmesi, rüşvet ve
iltimasla devlet yöneticilerinin gene niteliksiz kişilerce ele geçirilmesi
çöküşü geri dönülemez noktaya getirmiştir.
Taasubun
ve bağnazlığın hangi boyutlara ulaştığını aşağıdaki örnekler açıkça
göstermektedir;
Savaş
alanlarında ardarda yenilgiler alınması üzerine Padişah III.Mustafa Prusya
Kralı Fredericht’ten uygun savaş zamanını yıldızlara bakarak tespit edecek olan
müneccimler isteyecektir.
Ünlü
astronom Takıyüddin’in Üsküdar’da kurmuş olduğu rasathane, devrin Şeyhülislamı
tarafından “meleklerin bacaklarını seyrediyorlar” gerekçesiyle yıktırılacaktır.
Tanzimat’tan
sonra açılan ortaokullarda,coğrafya derslerinde harita kullanılması “Allahın
yarattıklarının tasvirini yapmak ve kullanmak günahtır” gerekçesiyle
yasaklanacaktır.
Tanzimat
döneminde Mustafa Behçet Efendi tarafından kaleme alınan sözde tıp kitabında
“Suçlu bir kimseye bıldırcın dili yedirilirse, sorgu sırasında bütün suçlarını
itiraf eder”
veya “Karnabahar tohumu dört sene sonra
dikilse bu tohumdan şalgam ve şalgam tohumu dört sene sonra dikilse karnabahar
çıkar” şeklinde saçma sapan ifadeler yer alacaktır.
Bu
zihniyetle yönetilen Osmanlı Devleti’nin çöküsü sürpriz olmamıştır.
ATATÜRK
REFORMLARI, DEVLET VE TOPLUM YAŞAMINA AKIL VE BİLİMİN EGEMEN OLMASI
Atatürk,
Çağdışı bir devletin çağdışı toplum yapısını yaşayarak yetişmiştir. Böyle bir
devlet ve toplum yapısıyla hiçbir şey yapılamayacağını daha okul
sıralarındayken anlamıştır. Başarılı meslek yaşamı, milletine önderlik etme
fırsatını kendisine tanıyınca, özellikle siyasi bağımsızlığı sağlayıcı
mücadeleyi, yani Türk Kurtuluş Savaşını
başarıyla sonuçlandırmış, ardından çok daha zor olan toplumsal dönüşüm
hareketini başlatmıştır.
Öncelikle,
toplumsal dönüşümü sağlamanın ön koşulu olan çağdışı saltanat rejimi
kaldırılmış, Cumhuriyet ilan edilmiş ve halifeliğin kaldırılmasıyla siyasi
altyapı hazırlanmıştır.
Ardından
3 Mart 1924 tarihinde, fetvalar aracılığıyla devlet ve toplum yapısını dinsel
dogmalara uygun hale getiren, Şeriye ve Evkaf Vekaleti kaldırılarak devlet ve
toplum yapısını laikleştirmenin temeli atılmıştır. Çağdışı eğitim kurumları
kaldırılarak, Eğitim ve Kültür alanında ard arda büyük atılımlar yapılmıştır.
Türk toplumunu çağdışı kılan uygulamalar birer birer kaldırılarak çağdaş
topluma giden yolun önü açılmıştır. Hukuk sistemi baştan sona pozitif hukukun
gerekleriyle donatılmıştır. “Hayatta En Hakiki Mürşit İlimdir.” Felsefesiyle,
devlet ve toplum yaşamına egemen olan kuralların akla ve bilime dayandırılması
demek olan Laiklik, bir yaşam tarzı olarak benimsenmiştir.
“Ben size hiçbir dogma, hiçbir nassı katı,
hiçbir donnuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım akıl ve
bilimdir. Aklın ve bilimin rehberliğini kabul edenler, manevi mirasçılarım
olurlar” sözüyle akıl ve bilim temeliyle kurmuş olduğu Türkiye Cumhuriyeti’ni
“Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür” gençlere emanet etmiştir.
KARŞI
DÖNÜŞÜM HAREKETİ VE TÜRK MİLLETİNİ ÇAĞ DIŞINA SÜRÜKLEME ÇABALARI
Cumhuriyet
Dönemiyle beraber Atatürk, dini otoriteyi, siyasi otoritenin egemenliği altına
almaya çalışmamış, dini, otorite olmaktan çıkararak insanların vicdanına
bırakmıştır. Yasal ve Anayasal düzenlemelerle halkın dini duygularının istismar
edilmesinin önüne geçilmiştir.
Türkiye’de
çok partili döneme geçişle birlikte çok farklı siyasi düşünceler, belli bir
program çerçevesinde siyasi parti örgütlenmeleri içinde temsil edilmeye başlanmıştır. Parti programlarıyla halkın
karşısına çıkıp iktidar için oy isteyen siyasi partiler, zaman içinde kendi
parti programlarında ve söylemlerinde dini motiflerden yararlanmaya
başlamışlardır. Halkın dini duygu ve düşüncelerini istismar ederek siyasi çıkar
sağlamaya çalışan politikacılar bu uğurda Atatürk döneminde alınan önlemleri,
yasalara aykırı bir biçimde yaptıkları uygulamalarla etkisiz hale getirmeye
çalışmışlardır. Siyasi çıkar uğrunda, Cumhuriyetin ilk döneminde kapatılan ve
yer altına inen tarikatlar, bu konudaki yasalar hiçe sayılarak meşru hale
getirilmeye çalışılmış , hatta bu tarikat şeyhleriyle oy pazarlığına
girişilmiştir. Bu uğurda tarikat ileri gelenleri Meclise seçilmiş, hatta
siyasetin üst kademelerine kadar yükselebilmiştir. Din, siyasete alet
edilirken, gerek devlet ve gerekse toplum yaşantısında dinsel motifler ön plana
çıkarılmıştır. Din istismarına çanak tutan, hatta bunu bizzat yapan siyasi
partiler iktidara geldikleri dönemlerde, devlet kadrolarına kendi yandaşlarını
yerleştirmek için ellerinden gelen bütün gayreti göstermişlerdir.
Aydın din
adamı yetiştirmek amacıyla açılan imam Hatip Okullarının niteliği
değiştirilerek sayıları arttırılmış ve adeta belli bir siyasi düsüncenin
yeşerdiği alanlar haline getirilmiştir. Buradan yetişen gençlerin, Eğitim
Fakülteleri ile Siyasal Bilimler Fakültelerinin Kamu Yönetimi bölümü ve Hukuk
Fakültelerine girmeleri özendirilmiş ve geleceğin öğretmen, Kaymakam, Vali,
Hakim ve Savcıların kendi düşüncelerinden olmaları için gerekli altyapı hazırlanmıştır.
Tarikat örgütlenmesine büyük önem verilmiş,
bizzat bazı devlet görevlilerinin koruma ve gözetimi altında tüm ülke çapına
yayılmıştır. Camilerde, resmi ve denetim dışı Kuran Kurslarında İmam Hatip
Okullarında, dini vakıf ve derneklerde, özel pansiyon ve yurtlarda, medrese adı
verilen yasadışı, gizli eğitim kurumlarında, yurtiçi ve yurt dışında açılmış
özel okullarda belli tarikatların söylem ve öğretileri gencecik beyinlerimize
belletilerek adeta militan yetiştirilmiş ve bu faaliyetler tabana yayılarak,
devletin siyasetin ve toplumun dinselleştirilmesi çalışmalarında önemli
mesafeler alınmıştır.
Kendi
nesillerini yetiştirme doğrultusunda, “amaca giden her yol mübahtır
prensibinden hareketle, Cumhuriyet’e, laik toplum yapısına, laik ve demokratik
sitemin kurucusu olan Atatürk ve onun mücadele arkadaşlarına, her türlü yalan
ve iftira ile saldırmaktan kaçınmamış hatta bunu, mücadelelerinin en başta
gelen gereği saymışlardır.
Türk
toplumunu milletten ümmete, çağdaşlıktan çağ dışılığa, aydınlıktan karanlığa
sürüklemek için büyük gayret sarfetmişler, insanların kafasına “din” adına,
dinle uzaktan yakından ilgisi olmayan bir yığın safsatayı sokmaya çalışmışlar
ve bunda önemli başarılar elde etmişlerdir.
Örneğin
Nakşibendilere göre kadın saptırıcıdır, erkeğe göre eksiktir, duygularının
geçici isteklerinin esiridir,kadın eli sıkılmaz, kadınla konuşulmaz, kaçınılmaz
bir durum sonucu konuşulursa onun yüzüne bakmakla doğru değildir, kötü
eğilimlere yol açar. Kadınla karşılaşınca öne, yere bakmak gerekir. Yolda
kadının önde erkeğin arkada yürümesi şeytana uymaktır. Kadın kesinlikle
örtünmelidir. Gerekmedikçe dışarı çıkmamalıdır. Kadını kocası dövebilir, Kadın
yalnızca Kur’an dinlemeyi ve okumayı öğrenmelidir. Kadının evinin dışında bir
görevi ve işi olamaz.
Bir kızda, kadınlık belirtileri görülmeye
başlayınca evlendirilmelidir. Evlendirilmezse bir takım sapmalara ana babaya
karşı dik başlılık etmeye yol açar. Nakşi olmayana kız verilmez ve Nakşi
olmayandan kız alınmaz. Zekat, sadaka ve kurban ancak Nakşibendiler için hizmet
veren kişi ve kurumlara verilmelidir. Nakşibendiliğe aykırı davrananlar
suçludur. Suçlular şeyhin emriyle başı kesilerek öldürülmelidir. Kan akmalıdır
ki toprak suça tanıklık etsin. Radyo,
telefon, televizyon ve sinemadan uzak durulmalıdır. Giyim kuşam şeklini şeyh
belirler. Erkeklerin alta şalvar ,üstte cübbe giymeleri ve sarık sarmaları
zorunludur. Gömlek giyildiğinde yakasız gömlek tercih edilir ve beden hatlarını
ortaya çıkarıp kadınlarda şehvet uyandırmamak için gömlek şalvarın içine
sokulmaz. Kadını kendisiyle evlenmesi yasak olmayan bir kimse ile el sıkışırsa
el zinası yapmış sayılır. Herhangi bir mekanda bir erkekle göz göze gelmek göz
zinasıdır. Bir erkekle bir kadının konuşması dil zinasıdır. Erkek elinin
değdiği iç çamaşırlarını giyen bir kadın zina yapmış sayılır. Bu nedenle
giysilerin kadın elinden çıkması gereklidir.
Nakşibendiliğin
bir kolu olup, daha sonra kendi mecrasında gelişen bir diğer tarikat da Nur
tarikatı veya Nurculardır. Tarikat ismini Said-i Nursiden alır. Said-i Nursi
tarafından kaleme alınan 130 civarında risale, Nur öğretisinin temelini
oluşturur. Yukarıda belirttiğimiz. Nakşibendilerin benimsedikleri esasları
aynen benimserler. Gizli olarak açtıkları medreselerde, Said-i Nursinin hemen
tamamı dinle ilgisi olmayan, saçma sapan bilgileri öğrencilerine öğretirler.
Nurculara
göre Said-i Nursi yüceltilmesi gereken adeta peygamberlerle eşdeğer bir
kişiliktir. Said-i Nursi için kullanılan “Muhterem Üstadım efendim hazretleri,
bülbül-ü bağıstan-ı Kur’an, eyyülhel üstad-ül muhterem, üstad-ı ekremin efendim
hazretleri” hitabı sanırım bunun örneğidir.
Said-i Nursi risalelerin bir güç tarafından
kendisine yazdırıldığını yani bir bakıma peygamber olduğunu söyleyecek kadar ileri
gitmektedir. “Artık senelerce ilim tahsili için koşup yorulmaya ve vilayet
yollarında kırk sene seyahat etmeye ihtiyaç kalmadı. Aziz arkadaşımız gözünü
aç,gerçeği bu yakın zamanda risale-i Nur’da bulacaksın, evet aziz üstadımız
(bir sene risaleleri ve bu dersleri kabul ederek okuyan, bu zamanın mühim,
hakikatli bir alimi olabilir) müjdesini ve tesellisini insanlığa vermek ancak
size nasip olmuştur” gibi özlü sözlerle Nur risalelerini yüceltmektedir.
Nur
risalelerinde pek çok konunun yanında “Din kitapları asırlardır haber verdiği
halde ilim adamlarının çözemedikleri bir gerçek vardır ki o da, 7 kat arştır. 7
kat arştan maksat, Dünya, Merih, Erendiz, Sekendiz, Uranus, Neptün, Piliton
gezegenleridir. Erendiz arş-ı âzamdır, dördüncü kat sema olan Sekendiz,
cennettir, Piliton’un uyduları olan sitreyi münteha, güneşin kürsi, arzı tilek
ve çulpan ise cehennemdir”
veya “3000 sene sonra, Türkiye’de yazlar
soğuk kışlar ise sıcak olacaktır” gibi önemli (!), derin (!) bilimsel
tespitlerde bulunulmaktadır.
Said-i
Nursi-ye göre “Nur risalelerini okuyan kişi, okuduğundan hiçbir şey anlamasa da
bu risalelerin şahs-ı manevisi sayesinde alim olmuş sayılır.”
21 nci
yüzyılın eşiğinde insanlarımız böyle saçma sapan öğretilerle akıl ve bilim
ekseninden uzaklaştırılmaya ve ortaçağ Avrupasındaki karanlığa mahkum edilmeye
çalışılmaktadır.
SONUÇ
Atatürk’ün
açmış olduğu Aydınlanma Çağında Türk milleti önemli mesafeler katetmiştir. Akıl
ve bilimi temel alan bir nesil yetiştirilmiştir. Bu nesil, 21 nci yüzyıl Türkiye’sinin
mimarı olacak bir nesildir.
Ancak,
Türkiye’de bunun yanında bilerek yada bilmeyerek çok büyük bir hata
yapılmıştır. Bu hata çağdaş, bir neslin karşısında değişik kurum ve
kuruluşlarda yetiştirilen bağnaz bir nesil çıkarmak olmuştur. Bu iki nesil,
birbirinin tez ve antitezidir.
Bu iki neslin uzlaşması imkansızdır.
Cumhuriyet Türkiye’sinde demokrasinin ve çağdaş devletin imkanlarından ve
ortamından yararlanarak yetiştirilen, kul ve mürit özelliklerine sahip nesil,
mutlaka ve mutlaka gün gelecek kendi inandırıldıkları rejimi oluşturmak için
çağdaş kadrolarla açık bir çatışma içine girecektir. Bu çatışmayı inançlarının
bir gereği saymaktadırlar. Devlet, kendini yıkabilecek potansiyel tehlikeyi
kendi eliyle oluşturmuştur. Bu kesimin en büyük ve en etkili silahı din
istismarıdır. Din istismarı ile büyük kitlelerin harekete geçirilebilmesi,
yaşanan örneklerden de görüldüğü üzere mümkündür. Bu tehlikenin görülememesi
veya savsaklanmasının en önemli sebebi,
olayın bir inanç meselesi olarak değerlendirilmesidir. Hatta bu doğrultuda
demokratik ve çağdaş bazı aydın ve devlet adamları bu kesimle uzlaşma arayışı
içine girmişlerdir.
Ancak
unutulmaması gereken bir şey vardır. Demokratik ve çağdaş nitelikli insan
tartışabilir, görüşlerinde düzeltme yapabilir, uzlaşma uğrunda bazı tavizlerde
bulunabilir. Dogmatik nitelikli insan ise asla uzlaşamaz. Uzlaşmaması inandığı
dogmaların kaçınılmaz sonucudur. Uzlaşma bir takım tavizleri gerektirir. Oysa
bu tipte bir kişi taviz verdiği anda, inançlarının gereklerine aykırı hareket
ettiğine inanır. Günahkar hatta kafir olduğuna inanır. Bu nedenle uzlaşmaya
çalışan çağdaş aydın sadece karşı tarafa taviz verir ve kendi kendini aldatır.
Türk
insanını ve Türk toplumunu bu inanç cellatlarının elinden kurtarmanın en etkili
yolu gerekli toplumsal ve siyasal iradeyi gösterip onların yöntem ve
teknikleriyle en iyi mücadele yöntemini, yani hukuku kullanmak ve
insanlarımızın inançlarına konan ipoteği kaldırmaktır. Onları çağdışı eğitim ve
öğretim olanaklarından yoksun bırakmak, çağdaş eğitim kurumlarında düşünen,
sorgulayan, aklını kullanma becerisiyle azami donatılmış nesiller
yetiştirmektir.
Türk
insanının kendi geleceğine yönelik önünde iki terchi vardır.Çağ dışı dogmalara
mahkum,ümmetçilik esasına dayalı,şeyhinin söylediklerine koşulsuz itaat
eden,kul ve mürit olmayı erdem sayan,bir kişinin veya grubun güdümünde
yönetilen çağ dışı bir toplum mu olacaktır?
Yoksa,
Atatürkçü Düşünce Sistemi’ni,çağdaş ve evrensel değerleri benimsemiş,Atatürk
Milliyetçiliği’ne bağlı,aklı ve bilimi temel hareket noktası alan,laik ve
demokratik bir toplum mu olacaktır?... Türk insanının engin sağ duyusuyla
gerçek yolu yani Atatürk’ün gösterdiği akıl ve bilim yolunu seçeceğine
inancımız tamdır.